Ucuz bardak, ucuz tabak, ucuz çatal, kaşık sesleri ve kimsenin izlemediği, kendi kendine konuşan televizyonun sesi ve homurtular ve uğultular ve bağrışlar… tek bir ses oldular yine. Aralıksız kurşun gibi yağan yağmur, ağlarla süslenmiş camlara saplanıyordu. Sarı, loş, lüks ışıklarıyla adeta bir geminin kamarası gibi fırtınalı bir denizde çalkalanıyordu Balıklava restoranı. Önce gürüldeyen midelerin sesleri duyuluyor; ardından açlıktan kara bulutlar gibi büyümüş göz bebeklerinde patlamaya hazır boranlar görülüyordu. Aç olanlar dolu tabakları bekliyor; boşalan tabaklar temizlenip hızlıca doldurulmak üzere kaldırılıyordu. Ucuz kadehler ucuz içkilerle doluyor; içkiler ağız dolusu girdaplarda kayboluyordu. Siparişler alınıyor ve zamanın çok ötesinde masalara servis ediliyordu. Birbiri ardına dalga dalga inip kalkan eller arasında restoranlarını alaboradan kurtarmaya çalışan, daha doğrusu çalışıyormuş gibi yapan personeller; kendilerine uzatılan elleri, ellerinden geldikçe görmemeye gayret ediyorlardı. Görürlerse büyü bozulur ve ahenkle kırbaç gibi şakıyan fırtınada restoranları alabora olabilirdi. Böylesi daha iyiydi.

Fırtına dinmiyor, büyüyordu. Kıyıda biriken azgın köpükler gibi bulaşıklar üst üste yığılıyordu. Hemen temizlenmeliler ve hemen kızartılmış, buğulanmış çeşit çeşit anber kokulu balıklar; çeşit çeşit ter kokulu insanlara servis edilmeliydiler. Temizlemeliydi Mercan. Çünkü Balıklava restoranının bu fırtınada ilerlemesi Mercan’ın yoma gibi kollarına bağlıydı. Bulaşıkçı olarak işe alınmasını da bu melis, kadın vücuduna borçluydu. Biraz da ucuza çalıştırılacak olmasına. Günlük otuz, kırk, bazen elli lira Mercan’a yeterdi. Yani patronuna göre yeterdi. Günlük sekiz, on, on iki saat çalışmak az bileydi. Yani patronuna göre azdı. Sigorta? Yoktu. Diğer çalışanlar asgari ücretle çalışırlar, patrondan gizli bahşiş alırlar, patrondan gizli içki şişelerini çalarlar; satarlardı. Sigortaları? Yatırılırdı. Sadece Mercan günlük ve sigortasız çalışırdı. Önemli değildi. İş önemliydi. Para önemliydi.

Önüne gelen kirli bulaşıkları boğum boğum kollarıyla kucaklıyor, arkasına dönüyor; bazıları yere düşüyor, kırılıyordu. Kalanları hızlıca makinelere dolduruyordu. Kulağı keskin patronu arkasından söylenenleri duymaz, yapılanları görmez ama kırılan tabağın, bardağın sesini dünyanın öbür ucundan duyardı. “ISTAKOZZ!..” diye ağzı köpürerek kasırga gibi mutfağa girer; Mercan’ı bir güzel haşlardı. Kırılanları da günlüğünden keserdi.

Çalıştığı yer dardı Mercan’ın. Kilolu olduğu için bir öne bir arkaya dönme işi her seferinde canını acıtıyordu. Makinelerin çalışması bitince kapaklarını açıyor, sürgülü rafları çekiyor ve yıkanan tabakları, bardakları kıskaç gibi kullandığı sağ elinin baş parmağı ile diğer parmaklarının arasına sıkıştırıyordu. Sağ elinde topladığı temizleri, sol koluyla iri göğüsleri arasındaki çukura dolduruyor ve temizleri kırmadan bırakıp, kirlileri kırmadan almak için tekrar arkasına dönüyordu. Makinelerin kapaklarını her açışında, iri vücudu çıkan buharların arasında kayboluyordu. Buharların yaydığı sıcak hava, Mercan’ın rengini kızıla kesiyordu. Yüzünden almadığı esmer tüyleri, teri ve tuzuyla sürekli parlıyordu. İşte onu bu haliyle görenler, ona “ıstakoz” dediler. O, Balıklava restoranının tek ıstakozu oldu. Gün boyunca kızaran vücudu, kollarını kullanışı, kıskaç gibi kullandığı parmakları, kırılan tabakların üzerinde yan yan dönen vücudu, belinin altında incelen ve kaybolan bacakları Mercan’a bu lakabı ilk günden beri yani birkaç haftadan beri kazandırmıştı. Restoranda herkes, Mercan’ı ıstakoz çağırır olmuştu. Adını bilen, umursayan yoktu. Hatta restoranda çalışanlar Mercan’ın kıracağı tabaklar üzerine aralarında bahis açmaya bile başlamışlardı. Sonunda bahsi kaybedenler de kazananlar da Mercan’ın o ıstakoz halini taklit ederler, eğlenirler ve bahisleri öyle kapatırlardı. Mercan ise bunlara pek aldırış etmeden tüm gün sessizce aynı mizanseni tekrarlardı.

Tekrarlamak zorundaydı! Kırk yaşındaydı, kiloluydu bekardı. Aslında hiç evlenmemişti. Aslında hiç evlenmek isteyen olmamıştı. Sürekli terliydi. Siyah saçları, siyah kaşlarıyla yapışıktı. Belki erkeğe daha çok beziyordu. Uzun boyluydu. Kilosundan bacakları sanki kısa gibi görünüyordu. Bunlar başkalarının gördükleriydi. Onun gördüğü ise yıkanmayı ve durulanmayı bekleyen bardaklar, tabaklar, kaşıklar ve çatallardı. Onun istediği, gün sonunda kazanılması gereken günlüktü.

Öyle ya… Günlüğü vardı. Eski bir mahallede, babadan kalma eski bir evi de vardı. Annesinden kalma yeni bir hiçliği de. Bir ay olmuştu. Olmuş muydu? Ölmüştü. Biraz üzülmüştü. Belki biraz sevinmişti; yatalak annesi huzura kavuştu diye. Belki de biraz kızmıştı; kendisini hiç gibi ortada bıraktığı için. Biraz kalan para, biraz komşular filan derken yine çalışmak zorunda kalmıştı. Daha önceden de orada burada çalışmış ama olmamıştı işte. Kasiyerlik, kuaförlük, kendi tüylerini alamadığı gibi başkalarının tüylerini de alamamıştı, tezgahtarlık… gelip geçmişti. Çok çalışılmak istenen biri de değildi biraz. Biraz da dalgındı. Annesi de iyice yatalak olunca o defterler de kapanmıştı. Akrabalar? Akbabalar aslında. Hep aynı işte. Öküz ölmüş ortaklık bozulmuştu bir kere. Gerçi bazıları bazen arıyorlardı ama Mercan için mi yoksa babadan kalma ev için mi? Orası pek belli değildi.  Aslında babası Mercan’ın güvenlik görevlisi olmasını istiyordu. Bu cüsseyle sürekli yapabileceği bir işi olurdu. Ama dalgındı, okumayı çok istememişti. Liseyi dışardan bitirip, güvenlik sertifikası alabilseydi iyi olurdu ama babası da ölünce… işte öyle… 

Sonunda fırtına dindi. Ortalık temizlendi. Çöpler atıldı. Yarınki fırtına için restoran hazırdı. Birkaç tabak kırıldı. Bahsi kazananlar paralarını aldı. Kaybedenler yarını bekleyeceklerdi. Kırılan tabakların ücreti günlükten düştü. Kalan para Mercan’ın ıslak pantolonun cebinde iyice eriyip kayboldu. Vakit eve dönme vaktini geçiyordu. Acele etmeliydi. Bu saatte son otobüsü de kaçırmamalıydı. Otobüs kaçarsa bu yorgunlukla, bu ağır bedenle eve yürümek… belki bir saat… belki daha fazla…üstelik gece… üstelik yağan yağmur…

Mırıltıları Mercan’ı iyice kamçıladı. Toparlandı. Çıkışa yöneldi. Diğer korkusuyla yüz yüze geldi. Kasanın başında bir tomar parayı sayamamakla meşgul patronuna iyi geceler dedi. Dediği gibi olmadı. Cevap alamadı. Bu duraksama daha uzun sürerse otobüs kaçabilirdi. Sürmedi. “Çıksana be!..” diye beklenen cevap yüzüne çarptı. İrkildi. Çıktı. Yorgundu. Bitkindi. Günlüğün yarısı gitmişti. Kalan yarısı ıslaktı. Olsun, kururdu. Gayret etti. Koşmaya çalıştı. Beceremedi. Nefes nefese kaldı. Kafasını kaldırdı. Duraktan hareket etmekte olan otobüsün yükselen feryadını duydu. Tüm uzuvlarıyla biçimsizce çırpınarak bağır çağır otobüsü durdurdu. Soluk soluğa kalan bedeni otobüsün kıyısına vurdu. Otobüse ilk adımını bükülmüş diziyle attı. Son gücünü kollarından aldı; kendini yukarıya çekti. Körük gibi çalışan ağzında soluk hiç kesilmedi. Çantasını karıştırdı. Bulmak için değil de daha çok karıştırmak için defalarca karıştırdı. Sonunda titreyen elinde otobüs kartı göründü. Düşürdü. Aldı. Düşürdü. Sanki hiç bitmeyecekti. Aldı. Kartı ekrana mıhladı… Duymadı bile. Ekrana yapıştırdığı kartından hep aynı uyarı sesi geliyordu ama hiç duymuyordu. Soluklarıyla kavga ediyordu. Duymuyordu. Şoföre doğru bir beden dolusu soluğu verip geri almakla meşguldü. Duymuyordu. Koca bir balina gibi yanakları kocaman açılıp kapanıyordu. Duymuyordu. Şoför şişiyordu. Görmüyordu. Üstelik leş gibi balık kokuyordu. Duymuyordu. Dayanamadı… Yüzde yüz haklı olmanın ve belediyenin, ona bu otobüsü kullanması için verdiği hakla bağırdı şoför: “Ne yapıyorsun ablacım?.. Yok işte yok! İn aşağıya!” Mercan duydu! Soluk kesildi! Aşağı inmek mi?.. Bu saatte?.. Gece… karanlık… yağmur…  

Elini cebine attı. Islak, buruş buruş, balık kokulu yeşil yirmiliği şoföre uzattı. Şoför ya sabır çekti; Allah’a sığındı. Ama gece gece bu yirmi lira da hiç yoktan iyiydi. Paranın kokusu, otobüsü saran balık kokusunu unutturmuştu şoföre. Sigara bedavaya gelmişti işte. Şoför parayı Mercan’ın elinden şipşak aldı; gömleğinin cebine koydu. Solundaki camı yarıya kadar indirdi. Haybeden gelen yeni sigara paketinin keyfiyle bitmekte olan eski paketinden haybeden bir sigara yaktı. Gaza bastı. Mercan, otobüsün dibine doğru sürüklendi; bir kuytu boşluğa yığıldı. Gözleri kapandı. Uykuya nasıl daldığını anlamadı ama bedavaya çalıştığı gün kâbusu oldu.

Abonelik
Bildir
guest
3 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Hatice

İnanılmaz kasvetli bir atmosfer yaratmışsınız ve bu o kadar güzel ki. Neredeyse gündelik gerçek hayat diyeceğim.

sedef ünlü

anı öyle güzel anlatmışsınız ki yüzümde bulaşık makinesinin buharını hissettim.bu güzel gerçeklik için teşekkür ederim.

Ayşen Altay

Çok iyi bir öykü olmuş. Betimlemeleri ayrıca çok başarılı.

%d blogcu bunu beğendi: