Bulutların çok üstündeki ihtişamlı mabetlerindeki tanrıların canları sıkılmıştı. Zaten nadiren keyifli olurlardı. Kendilerini pek beğenirlerdi, ama sonsuz güçlerine rağmen içlerinde hep adını koyamadıkları bir boşluk hissi olurdu. İçlerinden en güçlüsü, “İnsanları izleyelim en iyisi. Belki onların sefillikleri sayesinde biraz olsun moral buluruz. Sonuçta bizden daha kötü durumdalar, böylece kendi halimizin kıymetini daha iyi anlarız. Zaten bu yüzden yaratmadık mı onları?” diyerek altlarındaki zavallı küçük yaratıkları izlemeyi teklif etti. Neredeyse hepsi zevkle kabul ettiler bu öneriyi. Sadece en zayıfları, “Acılarıyla eğlenmektense onları hemen yokedip ıstıraplarını bitirmek doğamıza daha uygun olmaz mı?” diyecek gibi oldu ama kendisini güçsüz sanıp da dalga geçerler diye vazgeçti.

            Yüce gönüllülükle yaratıp sonra da zalimlik seviyesinde denebilecek bir saçmalıktaki kadere mahkum ettikleri insanları izlemeye başladılar hep birlikte. Gözleri ilk önce annesinin mezarı başına ağlayan bir kızı ve babasını gördü. “Üzülme canım. Annen şimdi buradan çok daha iyi bir yerde ve gökyüzünden bizi izliyor,” dedi babası. Tanrılar etraflarına bakındılar ama küçük kızın annesini göremediler. Sonra bir din adamına takıldı gözleri. “Günahtan uzak durun. Siz her ne kadar görmeseniz de melekler omuzlarınızın üstündeler, hepinizi izliyorlar ve günahlarınızı kitaplarına yazıp Tanrı’ya gösteriyorlar,” diye seslendi din adamı önündeki topluluğa. Tanrıların gözleri en güçlü olana döndü, “Melekler gerçek mi?” diye sordular ona. “Bilmem, ama siz yine de dikkatli olun. Eğer bizi izleyip hatalarımızı yazan birileri varsa gerçekten çok üzülürüm,” diye cevapladı sonra da ürperdi ve omuzlarını silkeledi. Yeryüzünü tekrar izlemeye koyulduklarında varoluşu anlamlandırmaya çalışan bir filozofu gördüler. Filozofun böylesi bir saçmalığa uzun uzadıya kafa yormasına ve sonuca ulaşmayan çabalarına karınları ağrıyana kadar güldüler. Umutsuz bir adam geçmişine baktı ve çektiği onca sıkıntının ve üzüntünün boşa olduğunu hissetti. “Her şey saçmalık. Bu dünyada hiçbir şeyin anlamı yok,” dedi ve köprüden atlayarak yıllardır çektiği acılardan yorgun düşmüş bedenini ürkütücü ama acısız bir karanlığın içine attı. Tanrılardan biri, “Demek dünyada zekiler de varmış,” dedi. Ama adamın bu eylemi Tanrılarda huzursuzluk yarattı. Onlar da neredeyse en baştan beri varoluş amaçlarını içten içe sorguluyorlar ama bir yanıt bulamıyorlardı. İnsanlar kadar acı çekmemelerine rağmen onlardan daha mutsuzdular ve bir cevap bulabilmek için kendi içlerinde derinlere inebilecek cesaretleri yoktu.

            Yeryüzüne bakarlarken onca savaş, katliam ve çığlığın arasında gözleri huzurlu bir adama takıldı. Adam zengin değildi, ünlü değildi, herhangi bir alanda başarılı değildi, tanrıların ve insanların gözünde sadece bir hiçti. Ama bu durumdan hiç rahatsız gözükmüyordu. “Şu adama bakın hele,” dedi bir tanrı. “Yüzündeki sahici mutluluğa bakın. Oysa biz onları mutlu olmaları için değil, acı çekmeleri ve bizi daha iyi hissettirmeleri için yarattık. Bir şey yapmamız lazım yoksa geceleri uyuyamam,” diye haykırdı ardından. En güçlüleri ona hak verir gibi oldu ama aynı zamanda içinde insana karşı kabaran kıskançlığı belli etmemeye de çalıştı. “İnsanların huzuru çok ince bir ipliğe bağlıdır ve en küçük zorluk karşısında bile güçlerini yitirmeye meyillidirler.  Ben ona öyle bir dert vereceğim ki rahatsız edici görüntüsü karşımızdan silinip gidecek ve bizi rahat bırakacak,” diye seslendi diğerlerine. Bu kudretli ve yüce tanrı önce adamın ailesine saldırdı. Önce çocuğunu öldürdü adamın, çok acılı bir hastalığı musallat ederek. Ama adam ne kadere ne de başka bir şeye isyan etmedi. Hatta aksine belki mutluluğuna mutluluk eklendi. Çünkü zaten dünya hayatının matah bir şey olmadığını düşünüyordu, ona göre çocuğun erken ölümü ileride yaşayacağı gereksiz sıkıntıları şimdiden engellemişti. Ayrıca çocuğun ileriki yıllarda elde edeceği hiçbir başarı ve mutluluk, bu dünyada fazladan geçirdiği süreyi telafi edemezdi. Tanrılar adamın bu düşüncesine çok şaşırdılar ve ürktüler. Sanki onun karşısında güçleri azalıyor gibiydi. Bu yüzden tekrar saldırdılar. Eşi öldüğünde adamın çıldırmasını beklediler. Akıllarına gelen en zalimce şey onun sevdiklerini elinden almaktı. Ama adam zaten dünya hayatının çok kısa olduğunu, üzerinde yaşanan mutlulukların geçici olduğunu ve elde ettiği her şeyin her an kayıp gidebileceğini çok iyi biliyordu. Böylece hiç umut etmeden ve düş kurmadan, sadece ölümünü bekleyerek tek başına yaşamaya başladı. En zayıf tanrı, “Şu insanların gücüne şaşıyorum,” dedi ama diğerlerinin duymamasına özen gösterdi.

            Artık tanrıların onun elinden alabileceği neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Böylece onu fiziksel acıyla kırmayı denediler. Ama adam bir türlü istedikleri kıvama gelmiyordu. En güçlü tanrı, “Bu herif sadece dayanılmaz acılar yüzünden kendi yaşamına son verdiğinde biz kazanmış olur,” diyordu. Ama fiziksel acısı ne kadar artarsa artsın, adam hayata karşı verdiği mücadelenin asilliğiyle avunuyordu. İntihar etmek demek bu savaşı kaybetmek demekti. Asıl yok oluş buydu. Durumdan usanmış olan tanrılar bile sonsuz güçlerine rağmen kaderlerine isyan edip varoluş amaçlarını sorgularken acılar içinde yapayalnız bir insanoğlu mücadelesine onurla devam ediyordu.    

            “Varlıklarının gücü bizimkini geçecekse, bu duruma el koymamız gerekir,” diye görüş bildirdi en güçlü tanrı ve canını aldı adamın. Bunu yaptığında ondan artık tamamen kurtuluğunu düşünüyordu. Diğer tanrılar da utanç duysalar da bir nebze rahatlamışlardı. Ama hiç beklemedikleri bir anda kendi kutsal mabetlerinde adamı karşılarında gördüler. “Nasıl olur?” diye sordular birbirlerine. “O bir hiç! Burada olamaz!” diye tekrarlayıp durdular. İçlerindeki en zayıf tanrı sonunda dayanamayıp seslendi onlara: “İnsan bir hiç değildir. Biz belki onlara hiçbir şey vermedik ve onlar da bizden bir şey almadılar ama onların mücadelesini bu denli yücelten şey de bu zaten. İnsanlar hiçbir şeye değil, kendilerine olan inançları sayesinde  karanlıktan ve kurtulurlar. Bu yol öylesine zorlu ki, yardımdan mahrum bir şekilde tek başlarına ilerlemek zorundalar. Ruhları böylece oluşuyor işte. Hiçlikten gelseler de hiçliğe gitmek zorunda değiller.”

            Tanrıların adama karşı içlerindeki kıskançlık daha alevlendi. Onların varlıkları yüce ve kudretliydi ama amaçtan yoksundu. Oysa basit bir insan tanrıların sonsuz gücüne karşı bir zafer kazanmıştı. Görmek istemeseler de gerçek gözlerinin önündeydi. Bir insanın yok oluşu yüce ve kudretli tanrıların varlığından daha güçlüydü.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: