Gözlerin kurumuştu. Islak olduğu kadar yabancı izler vardı suratında. Karanlık hiç bu kadar tanıdık hissettirmemişti. Yepyeni bir ortamda tanıdığın tek arkadaş yüzüydü. Kelimeler kendi oluşuyordu artık, sanki izin versen gidip teslim olacaklardı. Özgürlükten sarhoş olmuş rüzgâr yalnızlığını kutluyordu ve sonuna gelmiş gibiydik satırların. Eski kokuyordu her şey, tatlı ve sarı. Fakat gittikçe pembeleştiğine yemin edebilirdim göz yaşının. İleri gidemediğin sürece ne anlamı vardı ki ilerlemenin? Bizim için mi parlıyordu ışıklar yoksa? Korkutucu bir renk değil miydi oysa ki turuncu, geleceğe ait? Bilinçaltına ittiğin anılardan biri haline gelmiştin. Hiç olmazsa orada bulamazlardı seni. Başın dönüyordu etrafında, hiç bu kadar sabit hissetmemiştin. Duymak istemiyordun, hangi harf hangisinden sonra geliyordu onu bile bilmiyordun artık. Bağırmak istiyordun. Oysa en çok söyleyeceklerinden korkuyordun, sana ait olmamalarından.

 

Yine o şarkı çalıyor sevgilim, her sonda çalmasını arzuladığımız. Asla sahip olamadığımız başlangıçların sonlarında.

-Kim getrdi ki beni buraya? –

 Yarım kalması gerekirmiş bazı şiirlerin, biz öyle bildik belki de. Fakat neden onlardan biri olmalıydı bu da? Ben mi yazmayı bıraktım, yoksa hiç okunmadı mı sonu?

-Kim getirdi bizi buraya? –

 Ne sıcak kumlar vardır bilir misin sevgilim, hiç oluşmamış dağların eteklerinde. Ne denizler vardır, yeşilliklerinde mavi olan. Ne yeminler vardır, edilmedikçe yakan. Tüm kelimeler telaffuz edilmişken, ne hikayeler vardır, yazılmamış.

 Sever misin sen de çamların kokusunu ilk karda? Yağarsa tabi bir daha.

 

 Boşluktaydım, boşluktaydık. Ama sen bunu görmüyordun. Yakılması gereken defterler vardı, ısınmalıydık. Artık, bir tek bize anlam veren kelimelerin gölgesi soğumuştu. Evet, yakmak lazımdı, geceyi yakmak. Bilmiyorduk ama iliklerimize kadar hissediyorduk. Şimdi anlıyorum.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: