Soğuk bir kış günüydü, kar şiddetini iyice arttırmıştı. İnsanlar telaştan ne yapacaklarını bilemez hâlde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Jandarmanın gelmesi zaten imkansızdı. Yollar kapalı, elektrikler kesilmiş –yine trafo patlamıştı- araçlar soğuktan donmuştu. Herkeste biraz korku, biraz telaş biraz da bitkinlik… Neredeydi, nereye gitmiş olabilirdi?
Buraların kaderiydi, coğrafya kaderdir demişler ya işte tam da oydu. Kaderdi, coğrafyaydı. Coğrafya kaderleriydi. Sorsak kaç kişi isterdi acaba burada doğmayı, yaşamayı? Kaç kişi bu baskıya boyun eğerdi isteyerek? Kaç kişi, kaç kişi?.. Yıllardır tanımadığın dayının oğlunun çocuğundan da sorumlusun, dedenin amcasının torunundan da. İşte tam da böyleydi yaşananlar. Yaşanmasını istemeyecek, yaşanmasını düşünmeyecek bile. İşte tam da buydu!
Altay, beş kardeşli bir ailenin en küçüğüydü. Yirmi yaşına yeni basmış, geçimini ise herkes gibi hayvancılık yaparak sağlıyordu. Seksenine dayanmış yatalak annesini evlendikten sonra bırakmamış onunla birlikte yaşamaya devam etmişti. Çevik, atik, atılgan, işçi, taşı sıksa suyunu çıkaracaktı. Ekmeğini her yerden bulur evini geçindirirdi. Bir o kadar namuslu, gözü evinden, eşinden, işinden başkasını görmezdi. Diğer kardeşleri –iki ablası, iki abisi vardı- hepsi evlenip “ Burada yaşanmaz, burada duranın aklı yoktur. “ diyerek batıya göç etmişlerdi çoktan. Orada düzenlerini kurup birlik beraberlik içinde yaşarlarken köyü, hasta annelerini ve küçük kardeşlerini ise çoktan unutmuşlardı. Köydeki tek odalı evi, iki cılız koyunu birkaç küçük tarım aletini de Altay’a bırakmayı uygun görmüşlerdi(!) Kar başlamıştı artık. Altı-yedi ay boyunca insanın gözü beyaza doyardı. Tabi kış şartlarında iş bulmak, iş yapmak bir hayli zorlaşıyordu. Koyunlar ahırlara girmiş, tarlalarda mahsuller kalmış, evden başını çıkartamaz olmuştu, köylüler. Bu mevsimde yapılacak tek iş meydanda tezek yükleyip boşaltmaktı. Altay her sabah erkenden atına binip meydana giderdi. Orada tezek alanların, satanların yanlarında durur, onları yükler boşaltırdı. Hâmd olsun bugün iyi satış olmuştu meydanda. Tabi o da fazlaca kazanmıştı her zamankinden. Eline birkaç erzak alıp atına atlayıp köyün yolunu tuttu. Eve vardığında eşine, şu tavuğu hele kaynat da suyundan bir çorba yap. Anama faydası olur hanım, dedi. Eşi hemen işe koyularak Altay üstünü başını değiştirip oturana kadar sofrayı hazır etmişti. Afiyetle bir güzel tavuğu da suyunu yiyip içmişlerdi. Üzerine de bir güzel sıcak çay ile o günkü yorgunluğunu çıkarırken sobanın başında uyuyakalmıştı. Sabah olacaktı, olmasaydı iyi olacaktı. Ama sabah olmuştu yine uyandı her zamanki gibi hazırlandı tam çıkacaktı ki muhtar koşarak geldi:
-Çabuk gel! Senin babanın amcasının oğlu çok fena bir iş yaptı.
-Bundan bana ne muhtar kendisini yolda görsem tanımam!
-Bilmez gibi konuşma Altay! Tabi seni ilgilendirecek. Tek erkek akrabası sensin, sorumlu da sensin, gelecek olan da sensin! Ben değilim ya! Çok uzattın yürü!
-Tamam…
Yasin meydandan topladığı üç kişiyle belirlediği ahırlara girip koyunları teker teker topluyordu. Hava çok soğuktu. Bir yandan fırtına bir yandan kar yağışı… Yasin bu yaşına kadar işsiz güçsüz dolaşmış, yaptığı vukuatların sayısını unutmuş ipsiz sapsız bir insandı. En sonunda koyun hırsızlığına da başlamıştı. Yaptığı bu davranışın Altay’ı yakacağını bizzat biliyordu ama tabi böyle bir şeyi hiç önemsememişti. Tek derdi bir an önce yakalanmadan koyunları alıp gitmek. Daha sonra onları farklı bir pazara götürüp piyasadan aşağı satarak gününü gün etme derdindeydi. Koyunları tek tek toplayıp köyün uzağına bıraktıkları araçlarına götürüyorlardı. Bütün koyunları topladıktan sonra sıra Altay’ın ahırına gelmişti. Sessizce yaklaştı. Bütün ışıklar kapalıydı. Aslında diğerlerinde yaptığı gibi girip bütün koyunları alıp çıkabilirdi ama yapamadı. Sanki ayakları kara saplanmıştı bir adım daha atamıyordu. O sırada sanki kalbi yerinden çıkacaktı. Eli bir an dahi titremeyen bu adam şimdi adım atamıyor, nerdeyse nefes dahi alamıyordu. Döndü arkasına bakmadan koşarak gitti.
Vardılar köy meydanına. Neredeyse bütün köylü toplanmış. Kinle, nefretle Altay’a bakıyorlardı. Anlamadı Altay, anlam veremedi. Ne olmuştu, ne yapmış olabilirdi bunca insana. Ama doğru buranın kaderiydi. Coğrafyanın kaderiydi. Herkes her an bedel ödemeye hazır olmalıydı. Hazır değildi Altay. Yanında kimi kimsesi yoktu ama karşısında olmayan yoktu.
Yapacağını yapmıştı işte uzak akrabası Yasin. Köydeki gözde hayvanları toplayıp gitmişti. Tamı tamına otuz hayvan. Otuz tane besili koyun. On tane aile, on tane alacaklı dikilmişti Altay’ın karşısına. Vereceksin diyorlardı. Yoksa işbirliği mi yaptınız diyorlardı. Senin de elin var diyorlardı. Diyorlardı, diyorlardı… Duymuyordu Altay, duyamıyordu. Bütün köylü toplanmıştı işte koyunlarını istiyordu. Altay’ın yanında kimse durmuyordu. Ne yapacaktı, ne yapabilirdi? Döndü geldi evine, anlattı olanları. Yaşlı anası iyice fenalaştı, hastalığı arttı. Eşi, “Ne yaparız, nasıl öderiz Altay’ım? Elimizde avcumuzda ne var sanki neyimizi alacaklar?” dedi. Altay da “Canımızı bile alır bu gözü dönmüşler.” dedi ve sustular. Daha sonra abilerini aramaya karar verdi. Onlar da hiç oralı olmadı, umursamadılar bile. Gitti köylüden aman diledi yine olmadı. Bir ara Yasin’in peşine düşmeyi düşündü. Eşi, “Yapma Altay’ım sana bir şey olursa biz ne yaparız?” dedi. O gece kara kara düşüncelerle daldı uykuya. Sabah ola hayır ola dedi. Sabah olduğunda her zamanki gibi düştü yine yola indi meydana. Önce jandarma komutanıyla görüştü. Komutan: “Merak etme çalışmalarımız hızla sürüyor.” dedi. Sonra yine işine devam etti. Birkaç kamyon tezek indirdi, yükledi. Aklı hep köydeydi. O yüzden daha fazla bekleyemeden evinin yolunu tuttu.
Uzaktan belli belirsiz bir kalabalık görünüyordu. Hayırdır inşallah ne olmuştu. Köye yaklaştıkça iyice fark etti ki kalabalık tam da evlerinin önündeydi. Dört nala sürdü atını hızlıca vardı evin önüne. Attan ani bir hareketle indi ve eve girdi. Eşine, neler oluyor bu kalabalık ne diye sordu. Aldığı cevap adeta onu yıkmıştı. Sanki o anda dünya başına geçti, gözü karardı. Bir anlığına hiçbir şey düşünemez oldu. Sadece iki sözcük döküldü dudaklarından sonsuzluğa doğru: “Nasıl oldu?“
Köylüler, Altay’ın yokluğunu fırsat bilip kapıya dayanmışlardı. İki gariban kadın çaresizce dikilmişlerdi karşılarına. Altay’ın eşi karşı koymaya çalışıyordu. Tartışmalar yükseldikçe yükseliyordu. Köylüler: “Koyunlarımızı verin, yoksa biz almasını biliriz!” diyorlardı. Kadıncağız ne dil döktüyse yaranamadı, sözlerini bir türlü işittiremedi. Sayıları arttıkça Altay’ın eşi küçülüyordu. Köylüler söyleyeceklerini söyleyip hakaretleri ardı ardına sıralayıp gitmişlerdi. Altay’ın eşi kapıya yığılıp ağlamaya başlamıştı sessiz sessiz. Daha sonra içeri doğru yönelip anasının yanına sokulmuştu ki tiz bir çığlık attı…
Son günlerde yaşanan bu hadiseler Altay’ı iyice bunalıma sokmuştu. Ne vicdansızdı bu töreler, bu insanlar. Sertti, iklimi gibi insanı da töresi de sertti ve katıydı. Birisi paralarla günü gün ederken diğeri de son sözlerini kağıda döküyordu:
“Ey Güzel Törem;
Atalarımızdan kalan, yıllarca yakamızı bırakmayan ey güzel törem! İşte bugün ben senin yakanı bırakıyorum. Artık, rahat uyuyabilirim. Yıllarca çalışıp çabalayıp hasta anamla bir eşime bakmak için didindim. Herkes bırakıp gitti. Gece demedim gündüz demedim çalıştım. Birkaç koyun bir de atım olabildi anca. Ona da töremiz göz koymuş ne yapalım boynumuz kıldan incedir tabii. Evet boynum kıldan incedir muhtemelen, ipe dayanamayıp bir çalı gibi kırılıp gidecek. Ama olsun sonuçta töredir. Töreye sahip çıkılır. Ey güzel törem! İşte bugün ben senin yakanı bırakıyorum! “