‘Ben yine o kafiye noksanlıyım, değişmedim. Yitirecektim belki aklıma akıttıklarımı lakin bırakmadım.’

Duraklanan vaktimin geçip gitmesi için yalvarıştayım. Sallanan sanrılarım sızlatmakta şakaklarımı.

‘Af buyurun kayboldum buralara!’

Dayanaksız algı hasarı sarılı beyin zarıma.

 

En uç noktasına uzandığım çağlayandan sarkıtıyorum çizmelerimi. Akan su ve içindeki mahlukatlar benden sıyrılıp düşüyorlar aşağı. Kollarımı birleştiriyorum kafesimde, kaçmasın içinden kara kırlangıcım.

 

Ahirinde onlar uğruyor, bozuyor bu

hali. Tepetaklak dikiyorum irislerimi irislerine.

 

‘Kalk yol arzulayıcı! Gitme vakti!’

 

Ben mi? Bahsi geçen yolcu ben miyim? Ben buraların göçsüzüyüm oysa. Otağım bekler burada sonsuzca.

Fakat dur! Sus! Şu vakit zırvalanacak şey değil bunlar! Onların peşine takılmalıyım. Neden mi? Bilmiyorum! Zorundayım!

 

Yanıtsız kalkıyorum hızla keyifli su yatağımdan. İçime dolan korku, gidecekler, beklemeyecekler diye. Neden kaplanıyorum bu tür bir korkuyla. Anlamıyorum. Tanımıyorum ki gelenleri. Kim bunlar?

Kalkarken akıyor su damlaları yakalarımdan, paçalarımdan.

 

Yanıtsız koyuluyor yola yol gösterici adam, patika buldurucu her kimse işte o. Yanıldığına ilimsiz. Yol arzulayıcı değilim ben.

Hayır sus! Her ne olursan ol zorundasın peşlerine alışmaya.

Ve ses telleri saklı, tek kelime etmeyen, yol göstericinin peşinde, eteklerine yapışmış ufak dağ ceylanı. Ne de güzel şey! Kafesimdeki kırlangıcımı söküp atıyor yerine şu muazzam dağ ceylanını seriyorum.

Yol göstericinin yeşil, kocaman gözleri dağ ceylanına göz kulak. Uzun kirpikleri esen rüzgar yönüne direnmeye savrulu. Küçük gümüş çiçek taneleri ile süslü, yerleri süpüren bir tül iniyor sırtından aşağı. Çiçek tanelerini sayıyorum. Yirmi üç. Üzerinde zümrüt yeşili bir takım elbise gözüküyor tülün ötesinden. Başında portakal taneleri bezeli siyah şapkası. Sol elinde tutuyor içine ateş böceklerini kıstırdığı buz rengi kafesten fenerini. Dağ ceylanına ilişiyor bakışlarım. Turuncu, bal kabağı kokulu bir elbise. Üzerinde turuncu uzun şeffaf yağmurluk. Ayaklarında turuncu kısa çizmeler. Kamaşan gözlerim ürperiyor şu düşüncemle.

Gözlerimi kaparsam kaybolurlar mı? Göz kırpma refleksimi kenara sıkıştırıyorum. Boğazına dayanıp kırpılmaması gerekliğe zorluyorum.

Ne yapıyorum ben? Ne yaptı şu iki muazzam şey bana?

Pek az miktar ahirinde sessizlik kırılıyor.

Yol göstericim soruyor gözlerini olması gereken dağ ceylanından ayırmadan. Yol mu göstericim? Nereden birden oluyorlar kendimin?

 

‘Vakit ne oldu?’

Vakit. Vakit. Vakit falan bilmem ben. Güneşi beklerken, güneş tam üzerimdeyken, güneş beni terk ederken, işte bunlar vardır bende yalnız.

Yanıtlıyorum. Sesim coşkudan kısılmış, tıkanmış boğazımı temizliyorum.

 ‘Güneş tam üzerimde.’

 

Ve tam bu yanıtım üzerine kafasını aniden bana çeviriyor dağ ceylanım. Çeviriyor kestane renkli kürkünü, bal rengi gözlerini. Sert bakışlarını dikiyor üzerime. Yoksa anladı mı bir yalancı olduğumu. Beni enselememesini uman bakışlarla dolduruyorum bakışlarını.

Bakamıyorum o tarafa. Beni mahrum mu etti yani şu ufak dağ ceylanı, muazzam manzaramdan. Yere kilitlerken bakışlarımı, bal rengi gözler üzerimde biliyorum.

Ben bir yalancıyım. Yalancı.Hain!

İkiside bir söz bırakmıyor yanıtıma. Devam ediyoruz yola.

Ayıramadığım yerden bakışlarıma neden afallıyorum. Önüme koyulmuş yol göstericimin sırtına çarpmaya ramaklanmış dengeliyorum adımlarımı.

Ve birden öteki korku kaplıyor derinlerimi.

Ya hakiki olan yol arzulayıcı çıkarsa karşımıza!

Derin, içten, sesli bir iç çekiyorum.

Gözleri olması gereken yerden bakışlarını da alıp bana bakan yol göstericim eşlik şimdi de dağ ceylanıma. İkisi birden aniden bende. Şaşkın sualsiz bakıyorlar suretime. Bense yere. Saniyeler süren bakışları kesiliyor, dönüyorlar önlerine.

Mahcubiyetim boğuluyor dokuz saç örüklerime.

Yeniden onlara tutuluyorum. Bana bakmayı terk eden dağ ceylanıma teşekkür edici gülümsüyorum.

Endişelerimi asıp tavandan sarkıtlara donduruyorum.

Şu vakit fikirlemem gerek tek şey onlar. Ne vakit bozulacak ve her kim ile bozulacaksa bozulsun. Beklemedeyim. Endişelerimi kenara fırlatıp beklemeye harcamaya adayacağım, bitmesin dursun arzuladığım şu dakikalarımı bu manzaraya.

Hem zorla kuyruklanmadım ya peşlerine. Davetlendim olsa bile yanılgı içinden.

Yalancı kendini haklı mı çıkarıyor yani şimdi de? Sesli bir kahkaha patlatıyorum. Manzaram halime donuyor kalıyor. Ve yine aniliklerine alışamadıklarım,kahkahama çığlıklanıyor. Asil yol göstericim ve dağ ceylanım çığırıyor. Çığlıklar tizleniyor kulak zarıma mandallanıp.

‘Dur! Durun! Ne hale düştünüz böyle? Hey! Manzaram! Durun! Lütfen durun!’

Göz yaşlarım ve ellerim yetişmiyor bu çaresizliğe. Çığlık devam ediyor.

Manzaramı yıktım.

Yalancı olduğum hal mevcutlandı belki he? Çağlayanım çağırma dur beni! Dönüşlerim ıskalan! Yollarım kırış buruşlan. Ne yaptım ben?

‘Dur manzaram, dur yirmi üç gümüş çiçek tanesi!’

Kulaklarım alışıklanıyor çığlığa. Susuyorum. Takatim ıslanıyor gözümden akanlarla. Yalancı, beceriksiz kafiye noksanlıyım ben. Dokuz örüklerimi çekiştiriyorum yolmaya çabalıyorum.

Yol göstericimin çığlığı fonunda şiirini diziyor üzerime, hazır olda dik,dağ ceylanım.

‘Olma sen bozucu yürek,

kainat sallanır!

Çalma ötekilerden artıklı patikaları,

bilekler sızlanır!

Koyma bakışları bizde,

fısıltılar kararır!

Dön evvel bak kendine!

Yansır nehrin yüzüne süzülür güzel kahverengi gözlerin.

Koyma bakışlarını bizde,

dön evvel bak nefsine!’

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: