Sol çaprazda marketi görür görmez keskin bir viraj alıp sağa doğru dönüş yaparken gördüm onu. Tek başına öylece duruyordu. Henüz neler olduğunun o da farkında değildi belli ki bırakıldığı yerden başka bir kuvvet vasıtası ile yerdeğiştirme hareketi bile yapmamıştı. Çaresiz hissedecek kadar zaman geçmemişti daha. Şaşkındı. Bir koşturmacanın arasında savrulmuş gibiydi, bu havadaki asılı tozlar ordan mı kalmaydı? Neden-sonuç mekanizmam, uygun bir önceki sahne, bulamadı bu kadraj için ve o zamandan sonra her şey daha gizemli görünmeye başladı. Bir yandan gözümü ondan ayırmamaya çalışıp bir yandan da etrafıma bakınıyordum onu tanıyan eden biri vardır diye. Etrafta tanıyabileceğini düşündüğüm kimseyi göremeyip vücudum arka tarafa dönük, bakışlarım onda ilerlemeye devam ettim. Yaklaşık dört beş adım attıktan sonra tam olarak ümidi kesmiş bir halde iken, gördüm seke seke yürüyen kirli minik ayakları. Kendi gibi cılız annesinin sağ elinden tutup sol ayağındaki terliğin yarattığı kot farkını oyuna dönüştürmüş, zıplıyordu. Nasıl olmuştu da farketmemişti? Ayağına bir şey batması ihtimali bana geldiği gibi korkunç gelmiyordu ona. Ayrıca terliksiz geçirdiği çok günler olmuştu belli ki, hatta yağmurda o terliklere bile sahip olmadığı zamanlar, kim bilir. Hava da güneşliydi hem, zıplaya zıplaya gitmek daha zevkliydi. Hemen önümdeydiler. Bir kol hareketi ile onları durdurabilirdim. Dokunamadım. Seslenemedim. Neden? 

         Pardon! Bakar mısınız? Çocuğunuz terliğinin tekini düşürmüş sanırım.

         Böyle bi cümleyi ortamın kişiliğine uygun bulmadım. Ayağında hafif yüksek topuklu pabuçlar mı olmalıydı bu şekilde seslenmem için? Düşenin de terlik değil son moda spor ayakkabısı olması gerekliydi bu şartlar altında. Hem belki o zaman kadına arkadan yavaşça dokunurdum seslenmeme bile gerek kalmazdı. Yok dokunmazdım. Ne münasebet. Temas asıl şimdi makbuldu. O yorgun omuza elimi kondurmam gerekirdi. Korkardı belki önce, belki de fark bile etmezdi, kafasındaki o kadar düşüncenin arasından hafif bir dokunuşu ayırt edemezdi.

 

           Önlerine geçip kendimi göstermek her anlamda risksiz gelmişti. Bu soruları daha sonra kendime soracağımı beklemeden yapmıştım. Aynı dilde konuşmadığımızı az çok tahmin etmiştim. O yüzden misyonumu yerine getirmeye başlamadan hemen önce, ağzımdan dökülecek kelimelerin beyhude olup asıl işi el kol hareketlerinin yapacağını biliyordum. Öyle de oldu. 

 

            İşaret ettiğim noktaya doğru giderken arkasını dönüp “sağol” dedi. Kafamı salladım, gülümsedim. Büyük bir iş yapmış edasına büründüm. Hayatlarımızın içi nasıl boşalıp ego ve bencillikle dolduysa işaret parmağının yaptığı o efsane gösterge iki saniyelik bir zafere dönüşmüştü. Markete girip akşam yemeği için domates, biber aldım. Çıkışta, market kapısını zeminle bağlayan iki basamaklı merdivende oturduklarını gördüm. Annenin avucu açıktı, dileniyordu. Terliklere bakmadım. Bir an kafamdan poşette onlara verebileceğim bir şey var mı diye sorguladım. Yoktu. Geri dönüp alma fikri saliseler içinde uçtu. Bütün bunların arasında kendimi, onları ilk defa görüyormuş gibi hissettim. Halbuki deminki zaferi kazanmama yol açan anının başrollerini birlikte paylaşıyorduk. Terlikleri unutmuştum bile. Titreyen telefonu hissettim hırkamın cebinde. Onları da çoktan unutmuştum artık.

          Yıllar sonra bir arkadaş ile yaptığım sohbet esnasında bu anıyı anlatacaktım belki de. Ama beynim bu küçük kahramanlıkla yetinmeyecek ve ben o marketten eli kolu dolu küçük kızın ve annesinin karınlarını bir hafta doyuracak, poşetler dolusu yiyecekle çıkmış olacaktım. 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: