“Hayat; kendisini alt edenindir.” Friedrich Nietzsche

Yıl milattan sonra 2005’ti. Sabiha Gökçen Uluslararası Havaalanı’nda bavullarımızla birlikte ben, dostlarımdan Gökay ve uzaktan kuzenim Mustafa uçağa yolcu alımından önce kontrol sırası beklemekteydik. Önümüzde, göbek ve bel yağları dışında pek kilolu olmayan, pos bıyıklı bir vatandaş duruyordu. Açık renk bir gömlek (bağrı açık), gömleğe uyumlu kumaş pantolon ve kahverengi bir kösele giymişti. Kırklı yaşlarındaydı tahminimce. Sonradan anladım ki, adamda ilk dikkat çekmesi gereken şeylerin bunlar olmaması lazımdı. Kollarında ve boynunda sayısız altın takı vardı. Saati, künyeleri, ay yıldızlı kolyesi, kolyenin epey kalın zinciri, yüzükleri… Hepsi sarı altındı. Adam yürüyen kuyumcu gibiydi. Kaş ve göz hareketleriyle konuşup, adamın dedikodusunu yüz mimiklerimizle sessizce yaptık. Derken adam dönüp bizle muhabbete başladı. Şivesi doğuluydu ve mizacı hiç göründüğü gibi sert değildi. Berlin’de lüks restoran zinciri varmış meğerse, kuyumcu değilmiş. Cana yakın dayıyla, ilk akla gelecek en içten laf dayıydı bence o adam için, uçakta da muhabbetimiz devam etti. Berlin’e indiğimizde sevgilisinin onu karşılayacağını, yolu bilmediğimiz için bizi de gideceğimiz yere bırakacağını söyledi. Önermedi, direk “Ben bırakacam sizi yeğenlerim,” dedi. Uçağımız Berlin’e indiğinde, müsabaka yahut gösteri varmışcasına tanımadığımız onca bavulun önümüzdeki banttan geçişini epey bir izledik. En sonunda yürüyen sistemden kendi bavullarımızı kaptık ve dayının yanına koştuk. Tüm engelleri ve kontrolleri aşıp, ellerinde yazılı kartonlarla birilerini karşılayan ve yakınlarını dört gözle bekleyen insan kalabalığına vardığımızda, dayı eliyle koymuş gibi sevgilisini buldu. Yirmi beş ila otuz yaşlarında, sarışın, renkli gözlü bir Almandı yengemiz. Arabayı yenge kullandı ve bizi metroya bıraktılar. Şükranlarımızı sunup, Berlin şehrinin merkezine gittik. Ufak bir yürüyüşten sonra tren garına gittik. Detaylı bir Berlin turu yapma fırsatımız olmadı, çünkü asıl hedefimiz Aşağı Saksonya Eyaleti’ndeki Hannover (Aşağı Saksonya’nın başkenti) şehrinde bulunan ufak bir kasabaya gitmekti. Bad Gandersheim kasabasına vardığımızda, gönüllü çalışma kampı bizi bekliyor olacaktı.

“Bazı insanlar kendi güneş sistemlerinde yaşarlar; onları orada ziyaret etmek gerekir.” Friedrich Nietzsche

Gara girip biletimizi aldık. Bilet alma makinasında bulunan dil seçenekleri; Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Türkçe idi. Garda sekize yakın ayrı tren yolu; karşılıklı üç tane istasyon vardı. Epey bir çabaladık hangi taraftan hangi trene bineceğimizi bulmak için. Sonunda trenimizi bulup bindik. Kapılar kapandığında her şey normal gibiydi. Ta ki Mustafa suratımıza boş boş bakıp bize şu soruyu sorana kadar: “Bir eksiklik mi var bende?” Adam eşek kadar iki bavulu trene bindiğimiz istasyonda öylece bırakıp binmişti trene. Bir sonraki durak epey uzaktaydı; durağa vardığımızda kapı açılır açılmaz trenden atladı ve hiç bakmadan ters yönden gelen bir trene bindi. Biz de Gökay’la trenden indik. Nerede olduğumuzu bilmediğimiz istasyonda merdivenlere oturduk, sigara yaktık birer tane. Kafamı kaldırıp bir baktım, safın bindiği tren geldiği yön tarafına gerisin geri gitmeye başladı. Gökay’ın trene odaklanan boş bakışında, kafasından geçen çeşitli küfürleri seçebiliyordum. İstasyonda yaklaşık bir saat öylece oturduk. Uzun bir süre sonra artık umudu kesmiştik ki sekiz raydan birinden gelen trenden elinde bavullarıyla sırıta sırıta geldi Mustafa. Mustafa’yı ve bavullarını göz hapsine alarak yeni gelen trenimize bindik.

“Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir.” Arthur Schopenhauer

852 yılında kurulan Bad Gandersheim’ın en önemli simgesi katedraliydi. Ve o katedral açık hava tiyatrosuna dönüştürülmüştü. Katedralde, Gandersheimer Domfestspiele adında müzikaller icra ediliyordu. Orada durduğumuz bir aylık süre zarfı içerisinde biz de bir müzikale gittik. Katedral haricinde, evler kutu gibiydi. O kadar şirinlerdi ki, içinizden evlerle oyun oynamak geliyordu. Her yapının mimarisi tipik Alman mimarisiydi ve kasabanın ufak bir meydanı vardı. Orada da içi taşla döşeli, Orta Çağ meyhanelerine benzeyen bir bar vardı. Birkaç önemli futbol maçını orada izlemiştik. Almanya’nın her noktasında, korunmuş bir yeşillik ve hayvan zenginliği vardı. Bad Gandersheim da bu doğa harikalarından biriydi. Dışarıdaki temiz havayla sürekli sarhoş olma durumu vardı. Kulaklığımı takıp sokaklarda ya da çimenlerde yürüdüğümde bulutların üstünde uçuyormuş gibi hissediyordum. Parklarından birinde geniş bir gölet vardı. Göletin etrafına yayılıp gökyüzünü izlemek ve hayal kurmak da severek yaptığım rutinlerdendi.

“Beni öldürmeyen her şey beni güçlendirir.” Friedrich Nietzsche

Çocuk parkında, gönüllü olarak sulu oyun bölgesi inşa ediyorduk. Japonya’dan, Ukrayna’dan ve Rusya’dan da gönüllüler vardı. Gandersheimer Kreisblatt adlı yerel gazetede haberlerimiz çıktı; ufak çaplı bir röportajımız yayınlandı. Şimdi soracaksınız “Eee, ne oldu yani? Ünlü mü oldun Almanya’da?” diye. Yok canım ne ünlüsü! Parasız iş yapan amele, kibar tabiriyle gönüllü olduk. Bir gün, epey bir çalışmanın ardından yakında bulunan havuz kompleksine gittik. Bilet almak için makinanın para girişine 50€ soktum. Girişin ne kadar olduğunu hatırlamıyorum ama en fazla 20€ civarı idi. Alet bana para üstünün hepsini 1€ olarak şangır şungur döktü. Kendimi kumarhanedeki kollu aletlerde üç şeklide aynı tutturan mucizevi şanslı adamlar gibi hissettim. Kazanmıştım! Derken gerçek dünyaya döndüm; o kadar bozuk parayı ufak bir poşete koydum. Almanya’dan dönene kadar yetip artacak bozuk para rezervine sahip olmuştum. Az bir şey güneşlendikten sonra Gökay’la atlama kulesi olan havuza gittik. Yüksekliğini hatırlamıyorum ama 3, 5, 7.5, 10 metre diye yükselen kulelerin aynısıydı sanırım. Atlama kulesinin önündeki havuz oldukça küçüktü ama epey derindi. Sadece atlamak için yapılmıştı anlayacağınız. Biz iki akıllı, kulenin en tepesine tırmandık. Atlamaktan korkmayı geçtim; atladıktan sonra havuzu tutturabilecek miydim onu bile bilmiyordum. Önden Gökay’ı yolladım; suya girerken suratını görebiliyordum, bu kötüye işaretti. Havuzdan çıktığında teninin rengi kızıllaşmış gibiydi, zor yürüyordu. Arkamdan gelenleri bekletmenin stresiyle kendimi boşluğa bıraktım. Boşlukta düşerek Almanya havasını içime çekerken, Alman havuzuna gittikçe yaklaşıyordum. O kadar debelenip çırpınmama rağmen ben de sırt üstü toslamaktan alıkoyamadım kendimi. İkimiz de bir süre zor yürüdük sadece. Yani acemi olsanız da atlayabilirsiniz, sorun yok. Şahsen biz ölmedik.

“İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır.”  Friedrich Nietzsche

Orada bulunduğumuz süre zarfında, aklımda en iyi yer tutan olaylardan birisi bisiklet turuydu. Tüm kampçı ahalisi olarak Bad Gandersheim’da bisiklet kiraladık. Bir bisiklet uzmanı olarak bisikletlerin en cafcaflısını seçmeye çalıştım. Gideceğimiz kasaba, bisiklet ile yaklaşık bir buçuk saat mesafedeydi. Ve gittiğimiz yol, otobanın 10 ila 15 metre yanında bisikletler için yapılmış ayrı bir yoldu. Ankara’da o şekilde modern bir asfalt bisiklet yoluna sahip olmamız kaç sene sürer? Herkes, içinden bir sayı tutsun! Neyse, gidişte tüm kampçılar birbirimizi takip ederek gittik. Bazı noktalarda, yolun kenarında, sanatsal çalışmalar vardı. Durup onları inceledik ve peşi sıra bisikletlerimize atlayıp rüzgarı hissederek hedefimize ulaştık. Ufak bir kasabaydı geldiğimiz yer ama yollar, evler ve tarlalar birer peri masalından fırlamış gibiydi. Almanya’da büyük ya da küçük, her yerleşim yeri muntazam bir düzen içinde kurulmuştu. Etrafta oyalanıp çimlerde yattık. Tarihi bir kiliseyi ve ufak bir müzeyi (köylülerin eskiden kullandığı araç gereçlerin sergilendiği bir müze) gezdik. Saat dört gibi geri dönüş yoluna koyulduk. Hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı. Tarlaları, uzaktaki ufak köyleri ve bulutları izleyerek pedallara daha kuvvetli yüklenmeye başladım. Gökay ve ben, diğerlerine göre epey önde ilerliyorduk. Yağmur şiddetini artırmaya başladığında ve ufukta çakan şimşekleri gördüğümde, Zeus’tan emir almışçasına fişek gibi pedallara iyice yüklendim. O kadar özgür hissediyordum ki kendimi… Yağmur altında ve dümdüz yolda… Tarlalar, ormanlar, köyler, heykeller, Alman mimarisine sahip oyuncak yapılar, çiçekler, her şey beni selamlayarak hızla geçiyordu sağımdan solumdan. Kendimi kaptırmış gidiyordum. Bir an ne kadar böyle etrafı izleyerek gittiğimi düşündüm, beynim hata verdi. Arada bir yol ayrımları çıkmıştı karşıma ama hiç dikkat etmemiştim nereden geldiğimize ve nereye gittiğimize! Grubun yetişmesi umuduyla yavaşladım ve beklemeye koyuldum. Altımdaki kot, üstümdeki tişört ve ayaklarımı çevreleyen ayakkabılar; suyu öyle bir emmişti ki kilolarca ağırlaşmıştım. Gelen giden yoktu… Uzun bir müddet bekledikten sonra umudu kestim, bisikletime atlayıp yola koyuldum. İlk gördüğüm dönemeçten döndüm, yol kıvrıldı, aşağı indi, başka bir kasabaya geldim. Bad Gandersheim değildi burası, etrafta pek insan da yoktu. Uzakta hareket eden bir şey gördüm; yaklaştıkça onun yaşlı bir Alman hanımefendisi olduğunu anladım. Mutlulukla yanına gittim, İngilizce bilip bilmediğini sordum; kadın bağırıp çağırmaya başladı. Almanca bağırışı gittikçe artıyordu. “Bad Gandersheim…” dedim, ve “Nein!” demek suretiyle elinin kolunu sallayıp bağırmaya devam etti. Islak giysilerimle ve çat pat Almancamla beni hırsız filan sandığını düşündüm. Hemen uzaklaştım oradan. Bir tane tek katlı taş ev vardı görüş alanımda. Klasik yeşil alman çatısı vardı, çiçeklerle bahçesinde resim çizilmişti adeta. Bisikletten inip, bisikleti elimde taşımaya başladım, bahçeye daldım. Kapıyı çalıp tarzanca nasıl gideceğimi soracaktım ki, camdan beni gören bir kadın bağırmaya başladı. Nasıl bir kasabaya gelmiştim ben? Kafayı yemek üzereydim, nefes nefese bisikletime atladım. Biraz ilerledikten sonra bir köprüye vardım. Köprünün altından yol geçiyordu. Her yerimi çizerek, yuvarlanarak aşağıdaki yola indim. İçgüdüsel hareket ediyordum artık, kaybolduğuma inanmıştım. Yavaş yavaş pedal çevirirken, bunları düşünüyordum. İleri doğru baktım ve bir katedral silueti gördüm. “Çölde değilim ama bu bir vaha sanırım!” diye düşündüm. Akşam olmuştu, tüm karaltıları bir şeylere benzetiyordum. Yaklaştıkça binalar tanıdık gelmeye başladı. İçimde renk renk balonlar serbest kalmıştı, mutluluğumu dudaklarıma taşıyorlardı. Mutluluk, yüz kaslarımı oraya buraya kasarak, gülümseme ifadesini yarattı. Kampçı ahalisini, polise kaybolduğumu bildirmek için giderlerken, bisikletçinin orada yakaladım. Üstüm hala sırılsıklamdı. Deli hikâyem ve kahkahalar eşliğinde hep beraber sıcacık kahvelerimizi içtik.

 

“Bilincimiz ruhun sadece yüzeyi, ki yerkürenin sadece yüzeyini bildiğimiz gibi onun da içini değil, sadece kabuğunu biliyoruz.” Arthur Schopenhauer

Gottingen ziyaretinden bahsetmek istiyorum şimdi de. Aşağı Saksonya Eyaleti’nde bulunan Gottingen, üniversitesiyle ünlüymüş. Gittiğimizde, her yerde sanat ve bilim üzerine heykellerle ve yazılarla karşılaştık. Orta Çağ’dan kalma belediye binasının önünde kazlar taşıyan bir kız heykeli vardı. Gottingen Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan öğrenciler, mezuniyet geleneği olarak Gänseliesel adlı bu heykeldeki kızı öpüyorlarmış. Günümüzde doktora öğrencilerinden mezun olanlar öpüyor olmasına karşın öncesinde yeni kayıt olan öğrenciler için geçerliymiş bu gelenek. Biz, Gottingen Üniversitesi ile ilişiğimiz olmadığı için kazlara dokunamadık bile. Oradan, koşarak gördüğümüz ilk dönerciye daldık. Türkiye’deki dönerle uzaktan yakından alakası olmasa da, Almanya’da herhangi bir döner orada size en güzel dönermiş gibi geliyor. Et makinayla kesiliyor ve tadı da bizim dana etinden daha farklı. Kıyma olduğu için olabilir. İçine doldurulan soslar dönerde olmaması gereken şeyler bence. Ama Avrupalının sevdiği tarz öyleymiş. Peki madem… Üniversite kentinin içinde turlarken, bir yandan modern dünya kokusu bir yandan da Orta Çağ dünya kokusu beyninizi uyarıyor. Yapıları izlerken, Alman mimarisinin cidden eşi benzeri olmadığını anlıyorsunuz.

“Uçurumları sevenin kanatları olmalı.” Friedrich Nietzsche

Bad Gandersheim’a dönmeden, Hannover’deki büyük bir maden ocağına gittik. Burası artık sadece müze olarak kullanılıyordu. Rehberimiz bizi madenin derinliklerine indirdiğinde, köstebek gibi yer altında ilerliyorduk artık. Duvarlardaki ışıklar ve el fenerlerimiz sayesinde etrafı rahatça inceleyebiliyorduk. Gerçekten çok büyüktü ve maden arabasıyla yolculuk etmek ayrı bir zevkti. Madende çalışanların ne zorluklar çektiklerini anlayamıyorduk tabii ama sürekli bu kapalı ortamda durmak bile psikolojinizi bozmaya yeterdi bence. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya göç eden çok sayıdaki Türk işçilerden büyük bir kısmının madenlerde çalıştığı bilgisini de aldıktan sonra kampımızın yolunu tuttuk.

 “Para deniz suyuna benzer, ne kadar çok içersen o kadar çok ona susarsın.” Arthur Schopenhauer

Yarı maceralık, yarı turistik Almanya gezisinde Almanların dendiği gibi soğuk olmadığını ancak dendiği gibi katı kuralcı ve dakik olduklarını öğrendim. İklim genellikle soğuk ve yağışlı olmasına rağmen bu durum bana çekici geldi. Almanya’da çok sayıda Türk yaşadığı için etrafta Türkçe küfür etmemeyi öğrendim. Almanya… Gerçek biranın ne olduğunu anladığınız ülke… Erkekleri kaslı ve yapılı olsa bile göbekleri var; baklavaları da var şiş göbeğin üzerinde. İlginç millet… Tutumluluklarına gelince, cimriliğe kaçan bir para hesapları var. Kuruş hesabı yapabiliyorlar. Bir şey ısmarladığınızda gözleri kocaman açılmış şekilde size bakıyorlar, inanamıyorlar. Alman usulü hesap ödemek doğruymuş cidden. Bad Gandersheim Belediyesi’ne ve belediye başkanımıza halkımıza yaptığı iyiliklerden dolayı buradan teşekkürlerimi ve saygılarımı iletiyorum. Neyse saçmalamadan bitireyim. Ahali, kısaca gidin görün. Gezecek, görecek ve yaşanacak çok şey var.

Auf Wiedersehen!

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: