Sonra birden bütün seslerin frekansı değişti. Tek duyabildiğim kafamın içinde oluşan gürültü oldu. Kendimle yaşayamadığım fakat kendimi de yadsıyamadığım bu zamanlarda; bir nevi tamamlanamamışlık içinde, boğulmaya başladım. Hayatımın büyük bir kısmını geçirdiğim yerler, kişiler hatta evim bile yabancı artık bana. Uyuyamadığım gecelerde çıplak bedenime çarpan rüzgar; şarabımla birlikte, sahilde tarumar olmayı beklediğim zamanlarla aynı hissettiriyor, derin stabil bir boşluk… Yazılarım bile kendini tekrarlıyor artık Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Diyerek insanın varlığından emin olabilmesinin yolunu “Düşünmeye” bağlamışken fakat benim düşüncelerim –yazılarım- sürekli takılan bir plak misali tekrar ederken, varlığımdan nasıl emin olabilirim? Son iki yıldır yaşadığım “anılar yüklenmiş boş bir kabuk” hissiyatının, yalnızca bir his olduğunu nasıl varsayabilirim? Toplum içindeyken paramparça, benim olduğuma emin olamadığım kendimleyken ise girift oluyorken, ben hayatımı nasıl yadsıyabilirim?

            Belki de bunlar sadece laf-ı güzaf. Mikroskobik bir hayatın, makroskobik bir bölümü. Bu kadar aciz olan türümüzün kendini bu kadar önemli görmesinin manası nedir acaba? Mana aramak… bir diğer sorun da bu sanırım. Nedensizliklerle dolu bir yerde, sürekli neden arayan bir canlı. Hal böyle olunca yaşamdan daha büyük bir lanet var mıdır acaba? İllüzyon bir kere kalktıktan sonra yapılabilecek en erdemli davranış ne olabilir? Her şeyi sonlandırmak mı yoksa başka bir illüzyon yaratmak mı? Mavi mi yoksa kırmızı hap mı? Özümüz, yaşama içgüdüsünden oluşurken intihar etmek bir erdem midir yoksa özümüze karşı bir ihanet midir? Ya da bunun bir önemi var mıdır? Bu çıplaklık, bu çarpılık hayatımın her döneminde beni takip edecek midir? Bu düşünceler başımı ağrıtıyor, kusmak istiyorum, düşüncelerimi kusmak zorundayım. Buna ihtiyacım var.

            Parçalıyorum, kendimi parçalıyorum. Yok olmak umuduyla geriliyorum, düşüyorum. Bunu lirik cümlelerle süslememe gerek yok sanırım, derinlere karışıp, yok olmak istiyorum. Hiç var olmamış olmak. Yaşamanın ince çizgisi Ouroboros… Hayat, kendini parçalamanın sanatsal bir yolu. Çok ince bir dozu var bu olayın. Kendisiyle baş başa kalınca deliren insan, kendisini yadsıyabilmek için bir uyuşturucuya ihtiyaç duyar. Spor salonlarına yazılmak, alışveriş, televizyon serileri, arkadaşlarımız, hobilerimiz, koleksiyonlarımız… Ya da biraz daha ileri gidersek içtiğimiz sigaralar, alkoller, uyuşturucular. Uyuşturucular… Bunlar kendini yadsımanı sağlarken yavaş yavaş parçalar seni. Kendini parçalamanın sanatsal bir yoludur yaşamak. Sonsuz acı dolu bir döngü. Ouroboros…

 

– Atakan Küçükboyacı

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: