Denizlerden esen bu ince hava saçlarınla eğlensin, bilsen melali ufku akşama bakan gözlerinle sen ne dilbersin, yoksa melalle miydi ?

Muhtemelen tamamen karıştırıyorum bunu. Melal hüzün demek ve bu haliyle cümle çok da fena durmuyor, ama bir şey eksik işte. Sanki bir yerini karıştıyorum, dakikalardır kafamı bu karıştırıyor. 

Açık denizde bilmem kaçıncı günüm bugün, nicedir günleri de saymaz oldum. Hem ne önemi var ki, bugün günlerden çarşambaymış, saat öğleden sonra üç buçuktan dört olmuş. Güneş artık yakıcılığından vazgeçmiş ve zaten bir kaç şişe kalmış şarabımı güvertede içebileceğim o kadar. 

Güvertede martı dostlarımdan  birine rastlıyorum birkaç tane balık atıyorum önüne. Önce bir tanesini ağzına götürüyor, sonra başını kaldırıp yüzüme bakıyor, kafasını bir o yana bir bu yana çeviriyor, sonra tekrar yemeğe koyuluyor. Sanki bir yandan da bir şeyler anlatmamı istiyor.

 

– Öyle işte dostum, diyorum. Sesimi biraz davudileştirerek şimdi kadim bir şeyler anlatacak gibi:

 

– Şu gördüğün mavi hülya,  masmavi gökyüzünün altındaki güneş kuşağının bütün canlılılığını, heybetiyle nasıl da yıkıyor. İçindeki binbir bilinmezlik ve ufkundaki binbir macerayla önüne serilmiş bu bahçeye girmeye korkuyor musun genç adam ? Yoksa aklın sahilde koşuşturan, etrafa sımsıcak kahkahalar bahşeden taze kadınlarda mı? Onların nicesiyle bir yatakta yattım ben. Benimle gel, genç adam. Bana bir ahbap, belli ki sana da yeni bir macera lazım.

 

Böyle demişti beni gemisine alan yaşlı denizci, umarım tanrıya da bana anlattığı açık seçik liman hikayelerini anlatmıyordur. Onun için hoş olmazdı sanırım fakat o yine de bulurdu kendini sevdirmenin bir yolunu. Asıl ben ne yapacaktım, ben. Dünyada cehennemi yaşayan ben. Kaptan, bana verdiği her sözü tutmuştu ama sonundaki yalnızlıktan hiç bahsetmemişti.Hiç bağlanmadan bir ömür yaşa, kulağa çok güzel geliyordu ama şimdi içimde duyduğum bu sancı da neydi ? Yalnızlığım günden güne artıyordu. Martı dostlarımda çok konuşkan değildi açıkçası.

Sonunda karar verdim. Kurtuluvericektim her şeyden, öbür tarafta hiç değilse kaptanımı görecek, orada biriktirdiği anıları dinleyecektim.  Rüzgarlı havada yelkenlerini açtığım gemimi şimale çevirdim, ben güneye, suya atlayacaktım. Trabzanlara ellerimi dayadım şimdi, avuçlarımda gençliğimdeki heyecanı hissediyordum. Kendimi hiç hazırlamadan atlayıverdim suya, gemim uzaklaşıyordu, bir anda gözüm doldu, yetişmek istesem nafileydi, bir anda ölüm doldu içime, korkum ayak parmak uçlarımdan şakaklarıma kadar soğukla sirayet etti bedenime. Öbür yöne doğru yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. 

 

Gözümü açtığımda, ciğerlerim, ağzımdan dışarı tuzlu su püskürtüyordu kumlara. Genzim ve boğazım feci şekilde acıyordu, sanki boğulacakmış gibi derin derin öksürüyordum. Artık yutkunabildiğimde boğazımda hissettiğim rahatlama uzun sürmedi, daha durağan bir acı bıraktı yerine. Ağzımı bir süre böyle kapalı tutup yutkunursam yumuşayacağını düşündüm. Bu seferde sızı burnuma sıçradı, ancak daha katlanılabilirdi doğrusu.

Gece olmuş, hava kararmış, ortalık ıssızdı. Ancak yine de etrafı rahatlıkla seçebiliyordum. Mehtap, ufka davet eder gibi, ışıktan bir halı sermişti kapkara sulara. Yıldızlar o kadar çoktu ki, saymaya kalkmak bir insan ömrüne mâl olabilirdi. Birkaç takımyıldızı seçti gözüm, İrlandalı genç bir kadından öğrenmiştim yıldızları, işte karşımda Taurus vardı, biraz altında Orion. Bir boğa ve bir savaşçı, makûs kaderimle bir ilgisi vardır elbet diye düşündüm. 

Daha fazlasını seçemedim, zaten o gün de niyetim yıldız öğrenmek falan değildi. O daha üçüncüsünü anlatamadan, ben çoktan çözüvermiştim elbisesinin iplerini. Pek de utangaçtı, belli ki yaptığımız epey ayıp bir şeydi onun topraklarında. ” Sen iyi bir adamsın” deyip durmuştu. Kendini mi telkin ediyor ya da bunu söylemek hoşuna mı gidiyor bilmiyordum ama yine de, bu sözleri beni de rahatlatmıştı. O gece, anne babasıyla aynı odada uyuyan bir bebek gibi rahat ve huzur içinde uyumuştum. 

 

Birden gözlerim doldu, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir anda gelen duygu seline karşı koyamadı göz pınarlarım. Aklımdan hiçbir düşünce geçmiyordu, içimden geliyordu sadece ağlamak. Bu ıslak kıyafetler içinde üşüyordum, yabani bir hayvana veyahut yerli bir gruba karşı savunmasızdım. Ne yiyecek bir parça ekmeğim, ne de içecek suyum vardı. Bir an durup kahkaha atmaya başladım. Ne tuhaftı, ölmek için atlamıştım gemimden. Şimdiyse bir adaya rastgelip kurtulduğumda ilk yaptığım şey, öleceğim için ağlamak olmuştu. 

Anlaşılan ağlamanın da gülmenin de bir faydası yoktu. Sızlanmayı bırakıp, ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Vaziyetimi düşündükçe daha da ağlayasım geliyordu, rezil bir haldeydim. Öncelikle, kıyafetlerimi kurutmak ve ıslak kıyafetler içinde iyice üşümüş bedenimi ısıtmak için bir ateşe ihtiyacım vardı. Bir ateş hazırlamam uzun sürmedi, yıllardır denizdeydim, yüzlerce ada görmüştüm, velhasıl doğa anayla aram kötü değildi. Bana asıl ağır gelen belki de bu halde olmak değil, bu halde bile yalnız olmaktı.

Üstümdekileri çıkarıp, ateşin yakınına dizdiğim taşlara serdim. Uzunca sahili olan bu adanın hemen kıyısında, yaktığı ateşin başında anadan üryan oturan orta yaşlı bir adam olarak dışardan epey komik gözüküyorumdur diye düşündüm. Ne önemi vardı ki, her şeyi berbat etmiştim. Kendi seçimim olan bir yalnızlıktan kurtulmak için kıyıya dönüp yeni bir hayatı seçmek yerine, ölmeyi düşünmüş, üstüne beceremeyip şimdi yalnızlığa mahkum olmuştum. Belki de birileri vardır bu adada diye düşündüm, yani öyle olmasını umdum. Beni yakmayı düşünecek bir kabile bile olsa, başkalarının var olmasını ummak beni mutlu etmişti.

Biraz sonra kuruyan elbiselerimi giyindim. Sıcacık olmuşlardı, doğrusu iyice ısınmış kumaşın derimle teması beni hayli memnun etti. Ellerimle, kollarımı dirseklerimden omuzlarıma ovuşturdum, bu sırada sırtımı bir kedi gibi şişirdim. Böylece saatlerdir ateşten gelen sıcaklık hissini iyice artırmış oldum. Tüm bedenimi karşı konulmaz bir rahatlık hissi bastırdı. Rahatlama her saniye kat be kat artmaya başladı. Artık kaslarım benim boyundurluğumda değillerdi. Kolumu kaldırma isteğime, kollarım karşıcı çıktı önce. Ellerim olduğu yerde hiçbir şey yapmadan kollarımı izliyordu. Sanki antik çağdaki bir hükümdarmışım da, toplu isyana kalkmıştı beden tebaam. Gözlerim, sanki beni bıçaklarla idam edermişcesine batıyordu şimdi. Yenilmek üzereydim ki, uzaklarda çalıların arasından çıkan bir karaltı gördüm. İlk başta gölge oyunu olduğunu düşündüm. Ama değildi. Karaltı doğrudan emin adımlarla bana doğru geliyor, geldikçe de cismi belirginleşiyordu. Uzun boylu, çatık kaşlı, irice, sakallı, orta yaşlı bir adam elinde bir kovayla hızlı adımlarla yürüyordu. Artık iyice yaklaştığında gayri ihtiyari ayağı kalkma ihtiyacı hissettim. Adamın özgüveni bende pusuya düşmüşüm algısı yarattı, etrafı kolaçan ettim ama adamdan başka kimseler yoktu. Artık birbirimizi duyma mesafesine geldiğimizde anlamadığım dilde bir şeyler söylemeye başladı adam. Bakışları sakin ama tedbirli, sözleriyse net ve uyarıcı tondaydı. Olabildiğince zararsız gözükmeye çalıştım, omuzlarım aşağıda, bakışlarımı kaçırarak, yavaş ve doğrudan hareketlerle başıma gelenleri anlatmaya çalıştım. İki elimle kendimi gösterdim, önce denize yönelttim ellerimi, sonra ordan karaya. Ayaklarımı suya sokup biraz yüzermiş gibi yaptım ve sonra karaya çıkıp soluk soluğa, meraklı ve korku dolu gözlerle adaya baktım. Yerden aldığım bir dal parçasını sürtüştürüp ateşi gösterdim.Bir an yaptıklarım komik geldiyse de gülmedim, gülemedim. Adam aynı sakinliğini koruyarak, elindeki kovaya biraz su doldurup ateşin üstüne döküverdi. Sinirlendiğini düşünüp birkaç adım geri çekildim, korktuğumu anlayınca yüzündeki sert ifadeyi bir kaç saniyeliğine yumuşatıp benimle gel der gibi bir işaret yapıp arkasını dönüp yürümeye başladı. Bense olayın şokuyla öylece kalakalmıştım, o bir daha dönüp yine aynı hareketi yaptı. Bu sefer yüzü iyice babacan bir hal almıştı. Yanıma gelip sırtıma dokundu, gülümseyerek hafifçe iteledi, beraber yürümeye başladık.Sahilde yürürken hiç konuşmadık, ağaçların arasında bir patika yola doğru yöneldik, yolda çıplak ayaklarıma taşlar batıyordu aldırmadım, çok da güçsüz gözükmek istemiyordum. Adamın bir nevi güvenlik memuru olduğu hissine kapılmıştım başta, ama şimdi patika ıssızlaştıkça, yaptığımın çok da bilgece olmadığını farkettim. Ben tüm bu düşüncelere dalmışken patika yolun sonunda birkaç ahşap evden oluşan küçük bir yerleşim yeri çıktı karşımıza. Adam şimdi kuvvetli bir ıslık çaldı. Bir anda ayrı evlerden üç beş tane kadın çıkıverdi. Adam önlerinde durup bir reverans yaptı, sonra sırayla ayağından öptü kadınları. Bense onu tekrar ettim, önce reverans, sonra istemeye istemeye de olsa ilk kadının ayağına doğru eğilmişken, sert bir tekme patlattı kadın suratıma. Yüzükoyun yere serildim, neye uğradığımı şaşırmıştım, soluk alışverişimlerim hızlandı birden, sinirden kaldırmadım başımı, saldırmak akıllıca değildi belki, ama onlar da çok dostane sayılmazdı. Gücümü göstermeliyim diye düşündüm. Direkt adama saldırmak tehlikeliydi, kadınlar arkadan vurabilirdi hem. En iyisi kadınlardan birini zapt edip, koz olarak kullanmak diye düşündüm. Bu sırada, adam katıla katıla gülüyor, kadınlar da ağzını kapatmış sırıtıyorlardı, bu durum iyice artan sinirimi hat safhaya getirdi. Yerimden şıçrayıp, en sağdakinin, diğerlerine göre daha çelimsiz olan kadının, boynunu arkadan kavradım ancak birden nasıl olduysa kadın en iyi dövüş hocalarını bile kıskandıracak bir çeviklikle yere yapıştırdı beni. Sonra eğilip alnıma bir öpücük kondurdu, gülüşerek öbür kadınlara bir şeyler söyledi ve yüzüme vurduğu tekmeyle bayılıverdim. 

Bu kez uyandığımda, şaşkınlıktan neredeyse aklımı yitirecek oldum, gemimdeydim. Gözlerime inanamadım, bir an öldüğümü ve hülyada olduğumu düşündüysem de altımda yeniden mavi dalgalar vardı ve ben yıllardır mürettebatsız, açık denizde, gittiğim gemideydim. Hiç ölü hissetmiyordum, yoksa gördüklerim rüya mıydı diye düşünecek oldum. Ancak hem ayaklarım yürüdüğüm taşlı yoldan yara bere olmuş, hem de aynaya baktığımda yüzümde yediğim tekmelerin izi vardı. İskeleye çıkıp dümeni en yakındaki şehre çevirdim. Yok dedim, artık yok, maceram bitti. Akşama kadar kasabada ahbaplarımla takılıp, eve döndüğümde ikimize kurduğu içkili sofranın başında beni bekleyen bir kadınla yaşayacağım. 

Kıyıya yanaştığımda, mutluluğumu saklamam mümkün değildi. Deniz, benim tutkulu sevdam, ne günler geçirmiştik, ne dehşet gecelerimiz olmuştu; ama şimdi artık emeklilik ve rahata erme vaktiydi. Sahilde birkaç markete uğrayıp kaliteli içki ve yemek aldım. Çarşıya uğrayıp üstüme başıma çekidüzen vermek icap ederdi. Çarşıda kıyafet bakmaya başladım, beyaz bir gömlek aldım kendime, kahverenginin güzel tonlarında bir şort, satıcıya ödeme yaparken satıcının önüne attığım paraları almadığını farkettim. Başımı kaldırdığımda dehşetle irkildim, adadaki adam tam karşımda duruyordu. Bedenimde derin bir soğukluk hissettim, tüylerim diken diken olmuştu. Kaçmak için öbür tarafa baktığımda insanların arasında adadaki kadınlardan birini gördüm, köşede öylece duruyor sırıtarak bana bakıyordu. Bu nasıl olabilirdi, korkumdan yerimden kıpırdaman öylece kalakaldım, adam kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyordu. Ben elimdekileri bırakıp hızlı adımlarla, kaçmaya başladım. Sahile kadar hiç arkama bakmadan öylece koşmuştum fakat o da ne! Kıyıda kimsecikler yoktu, yalnızca bir ateş yanıyordu. Başında, ateşin önündeki taşlara elbiseleri serili çırılçıplak soyunmuş bir kadın. Korkudan ağlıyordum artık, hem de bağıra bağıra. Gözümden yaşlar süzülüyor nefes alışlarım ciğerlerime yetmiyordu. “ Ne istiyorsunuz benden ?” diye bağıracak oldum. Kadın korkmuş gözlerle bana bakıyordu şimdi, yanıma yaklaşıp sarıldı. Bunca şeye rağmen bir kadının sıcaklığı biraz da olsa ısıtıyordu içimi, ama yine de ağlıyordum. Ellerimi tutup benim de ona sarılmamı sağladı. Kulağıma eğilip:

 

-Vaad ettiğin mutluluktan defalarca kat yüce senin güzelliğin, elimde olsaydı öperdim olağanca güzelliğini kahve gözlerinin, korkma, artık güvendesin benimle, dedi.

 

Boynuna usulca bir öpücük kondurup beni affetmesini ve bütün bunlara bir son vermesini istedim. Kollarını ayırıp yüzüme baktığında gözü tamamen kapkara olmuştu, soluk dudaklarından bir kaç damla kan süzüldü bembeyaz tenine. Hiddetle bir yumruk sallayıp geri geri kaçarken saçından çıkardığı mızrak ucunu boğazıma sapladı. Kanlar fışkırıyordu boğazımdan, canım deli gibi yanıyordu, dizlerimin üzerine düştüm kadın da eğildi benle. Neden der gibi yüzüne bakıyordum. Gözümü kapatıp açtığımda mumlarla dolu, tabanı orkidelerle bezenmiş, ahşap, loş ışıklı odada çıplak kadın ve ben vardık. “Adağını sundu, kaptanı bırakabilirsiniz” dedi kadın yankı yapan sesiyle. Korkudan ve üzüntüden hem titriyor hem ağlıyordum. Hiçbir şey anlamamıştım, şaşkın gözlerle etrafa bakarken köşede, üzgün suratını neredeyse ilk kez gördüğüm, kaptanım duruyordu. Ama nasıl dedim, sen… Cümlemi tamamlayamadan hızlıca birbirimize sarılıverdik. Uzun uzun anlattı şimdi, yıllar önce düşmüştü bu adaya kaptanım, 60 yıldır denizdeymiş o zaman ömrünün son demlerinde rastgeldiği bu yerde, ona gençlik bahşetmiş bu şamanlar. O yaşta bir adamı delirtecek bir teklif keza bu. Kabul etmiş hemen. Tabi yıllar yılları kovalamış, zaman geçtikçe hiçbir zevk tatmin etmez olmuş onu, hiçbir kıyıya atamamış hayat demirini, oradan oraya savruluvermiş bu yaşlı ruh. Sonunda tekrar buraya gelip bozulsun istemiş bu büyü, ancak karanlık büyüleri bozmak bedel ister demişler, ondan bir fani canı istemişler, onu yeniden ölümlü etmeye. O da beni bulmuş, zamanla bana alışınca kurban etmek istememiş kapkara büyülere, yaptığına pişman olup kendisi buraya gelmiş, bu insanlarla yaşamaya. Ama gel gör ki kader tecelli etmiş ve adağı, yani ben tutmuştum. Şimdi nolacak diye sorduğumda, genç kadın:

 

– Kaptanın ölümü, senin ölümsüzlüğündür, dedi ve ekledi:

– Adağı adak paklar.

Gözlerimden kanlar akmaya başladı, şimdi içinden çıkamadığım bir kabusta gibiydim, etraf bulanıklaştı ve sımsıkı kapadım gözlerimi, bütün bunların bir hülya olmasını umdum.

 

Gözümü açtığımda, sabah olmuştu, şehirde, sahildeydim, gemim hemen kıyıdaydı, etrafta insanlar her biri ayrı bir meşgalede, şehir olağanca canlılığıyla cıvıldıyordu. Yorgun gözlerle denize baktım, anlaşılan bitmemişti maceramız, bir an önce kurtulmak istiyordum bu lanetten, elim boş dönemezdim denize.  Bir şişe şarap alıp sahilde yürümeye başladım. Aradığımı bulmam uzun zaman almadı kıyıda dertli dertli oturan genç bir adama rastladım. Gülerek yanına oturdum, omzuna elimi koyup dedim ki : 

– Şu gördüğün mavi hülya,  masmavi gökyüzünün altındaki  güneş kuşağının bütün canlılılığını, heybetiyle nasıl da yıkıyor. İçindeki binbir bilinmezlik ve ufkundaki binbir macerayla önüne serilmiş bu bahçeye girmeye korkuyor musun genç adam ? Yoksa aklın sahilde koşuşturan, etrafa sımsıcak kahkahalar bahşeden taze kadınlarda mı? Onların nicesiyle bir yatakta yattım ben. Benimle gel, genç adam. Bana bir ahbap, belli ki sana da yeni bir macera lazım…

 

– Serkan Bozdemir

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Nilgün Aygün Bozdemir

Emeğine kalemine yüreğine sağlık oğlumla herzaman gurur duydum birkez daha bu duyguyu yaşattığın için teşekkürler serkanin

%d blogcu bunu beğendi: