Bugün Salı… Ben bugün Levent’i dört saat boyunca göreceğim. Derslerim on ikide bitecek. Ama bugün bizim grubun tüm bakışlarını üstümde hissediyorum. Bu grup denilen şey zaten öyle bir şey ki, sıra olarak bile hemem hemen aynı bölge ve masa düzenine göre oturuyoruz. Misal benim arkamda oturur sürekli Ezgi. Sonra Tuğçe hep ön sırama kurulur. Erkekler, Kaya, Ali daha arkada yer alır. Kaya grup meselelerinde baya hassastır. Bu onun öngördüğü bir şeydir. Başka bir öğrenci yaklaştığında, “Birader bu sıra dolu” ya da, “Yaylan! Naşla kızım, naşla oğlum” gibi cümleler kurar. Ama bu gruba Atakan dahil değil pek. O Kaya’nın bir numaralı kankası, lâkin okulun da ‘altın çocuğu’ olduğu için nereye dilerse oraya oturur. Yani bilmiyorum, ben ne günah işledimde beni de aralarına aldılar. Bana okulun ilk senesinde Ezgi musallat olup, kolumdan tutarak yanına oturtmuştu birkaç hafta, kesin ondan sonra gelişti olay.

Ah, böyle konuşunca kendimi çok seviyorum. Sanki ben o olayları saniyesi saniyesine hatırlayamıyormuş, hafızam zayıf bir insanmış gibi bir tablo çizmiyor muyum kendime karşı, öyle mutlu oluyorum ki. Sanki beynim tatildeymiş gibi. Ey güzel Allahım, ne büyüksün, bana düşünmediğimin hayalini kurduruyorsun ya…

–Nefise…

Tamda masadaki defterimi toparlıyordum. Bu ses her zamanki gibi Ezgi’ye ait. Ona dönmüyorum.

–Nefise, sana geçen gün öyle çıkıştığım için üzgünüm. Afedersin.

Çıkışmak? Çıkışmak değildiki o, bağırmak, azarlamak falandı.

–Yani notlarıma bozuldum biraz anlarsın ya?

Anlamaz olur muyum? Ee, ben nişanlandım, bilgi almak için bir yerden başlamak icap ediyor.

–Küs değiliz hâlâ değil mi?

Ona baktım. Tişörtündeki yırtıklar içerdeki sütyeni gösteriyor ara ara. Altında da kot, mini bir etek, onun altında da fileli siyah çoraplar, zımbalı bağcıklı botlar var. Hiç yüzünü makyajsız görmedim. Misal o siyah rujun altındaki dudak rengi nedir bilmem. Onu Kaya’yla öpüşürken bakmaya devam etseydim görürdüm herhâlde. Yine geldi o görüntü, hey Allahım.

–Nefise cevap versene!

–Değilim, dedim, derin bir nefes eşliğinde.

Güldü, “Ohhh..! Bir an hiç konuşmayacaksın sandım. Zaten geçen gün de nişan olayı için hiçbir şey demedin?”

Ahh, ah… Ben öleceğim günün tahmininde bulunacağım ihtimalini hayatımda ilk Ezgi’de yaşadım. Allahım, sen hiçbir kuluna geleceği görmeyi nasip etme. Bunu bilerek yaşamak çok zor. O yüzden geleceği herkesten saklıyorsun ya zaten çok şükür.

–Nefise kiminle nişanlandın söylemeyecek misin?

–Neden merak ettiğinizi anlayamıyorum Ezgi?

–’Ettiğinizi’ derken? Benimle çoğul konuşuyorsun, dikkatini çekerim!

–Yani bunu birden fazla kişi adına merak etmediğini mi söylüyorsun, dedim, aklıma Levent geldi. Geçen o da cümleyi böyle bitirmişti. Ama şimdi sırası değil beyin! İki dakika bi’dur!

–Ben ispikçi değilim Nefise, ama sen bunun bir sır olmasını istiyorsan eğer, sana kimseye söylemeyeceğime yemin edebilirim istersen?

–Ha… Yani sana söylemem konusunda “sıkıntı yok” diyorsun?

–En yakın arkadaşından saklayacak değilsin herhâlde?

Ağlayacağım ben, gözlerim buğulanıyor. Benim en yakın arkadaşım varmış da, fare misali dağın haberi yok.

–Tanıyacağını sanmıyorum.

–İsmini söylesen?

–Ezgi, araç bekliyor. İznini istesem?!

–Nasıl biri, en azından onu söyle? Yakışıklı mı misal? Senin yanında birini hayal edemiyorum hiç. Atakan’ı çok yakıştırıyorum ama sen… Ya ne bileyim, böyle zarif, ince bir kızsın ya hani… O da öyle bir erkek. Tip olarak çok benziyorsunuz.

–Hayır, çok çirkin!

–Gerçekten mi?

–Evet, gerçekten!

–Dalga geçme Nefise. Atakan’dan yakışıklı mı meselâ?

–Hayır Ezgi, Allah Atakan Sarp’ı kimse ondan daha yakışıklı olmasın diye yaratmış!

–İyi be, anlatmazsan anlatma. Sana bir şey soranda zaten kabahat.

Yanımdan öfkeyle uzaklaşıyor. Ona bunu yapmasını Kaya emir buyurmuştur kesin. Şimdi ona ne hesap vereceğini düşünüyordur. Tekrar çantama dönüyorum. Defterimi, kalemlerimi de koyduktan sonra tamamdır bu iş. Koluma asmamla yedi-sekiz öğrencinin olduğu derslikten çıkmak için harekete geçtim. Ama kafamı kaldırmamla muhtemelen bir aralık sınıftan çıkan Atakan’ı tekrar kapıdan içeri girerken görüyorum. Bana doğru yürüyor. Arkamı dönüp yan sıralardan birinin arasından karşılaşmamak için hamle yaptım ama sıranın arasına hızla yürüyüp yine önüme dikildi. Üstünde mavi bir tşört, mavi bir kot var. Yüzünde sabırsız bir ifade görüyorum.

–Nefise nereye böyle?

Geçmek için bir adım atmaya kalktım. Tekrar karşıma dikildi. Kaşlarım çatık, ona doğru kaldırdım bakışlarımı. “Benimle konuşmadan gidemezsin” diyor bana resmen.

–Nişanlandığın haberi doğru mu Nefise?

Durdum… Neden geriyor beni bu denli anlamıyorum.

–Doğru duymuşsun!

Şöyle aşağılayıcı bir şekilde tısladı.

–Ha, yani gerçekten nişanlandın?! Parmağına da yüzüğü geçirdin!? Ne ara oldu peki bu böyle?

–Atakan izninle. Gitmem gerek.

–Bir kez Nefise… “Sadece bir kez bana bir şans ver” dedim sana. Benimle sadece bir kez çıksan ne olurdu? Yemezdim seni!

–Önümden çekilecek misin?

–Çekileceğim merak etme. Sadece benimle bir kez çık lütfen. Sana o parmağındaki yüzüğü çıkartacağımdan şüphen olmasın.

Bunu duydum, evet! Öfkeyle bakıyorum ona. Sıradan geçmeyeceğim. Geri döndüm hızla ve ara koridordan geçip kapıya yöneldim. HAY, BENİM HAKKIMDA NE DÜŞÜNÜYORSAN, ALLAH SANA ON MİSLİNİ VERSİN ATAKAN! Bağırıyorum içimden. Ey güzel Allahım, o kadar büyüksün ki, sırf kulların küfür ederek günaha girmesinler diye küfrün şerrinden bile büyük bir dua indirmişsin biz kullarına. İlmînden sual olunmuyor ki. Bana küfre girmeden bedduadan bile sağlam bir şeyi söylemeyi nasip ettin, başka kullarına da nasip et inşallah, Âmin…

Gazino Eskisi’nin önündeyim şimdi. Kapım açılıyor. Ya, ona bakmadan kızarman sence doğru mu Nefise? Yürüyorum, bana tebessüm ediyor. Birkaç adımda yanındayım. Merhabalaşıp içeri geçiyoruz. Yine aynı koltuğa oturtuyor beni. Sahne açılıyor keman eşliğinde. Bunun anlamını biliyorum artık. Bu durum perde aralanacağı vakit seyirciye bir uyarı bildirisi. Perdenin arkasındaki sanatçıya gösterilen bir saygı bu hareketin anlamı. Keman giriyor ve bir sessizlik oluşması için yapılan bir şey. Biz iki kişi olsak bile bu saygı gösterisi sanatçıya karşı yine de atlanmıyor. Sonra orkestra repertuvardaki parçanın melodisine girdiği, ya da bu solist parçaya başladığı ana oranla, saniye farkla susuyor ve çekiliyor. Bunu yaparken o kemancı tam olarak kadının karşısında olmuş olup, yönü ona dönük oluyor.

Bu çok hayranlık uyandırıcı. Ve ben de sebebini iyi biliyorum. Burası şimdi bir müzikol ama eskiden bir gazinoydu ve o devasa sanatçıları ağırlarken üstünde titizlikle durulan saygı kuralları, ‘sahne adabı’ denen bir şey vardı. Kadın parçaya girdi bile. Ondan kafamı alıp Levent’e çevirdim. Sahneyi izliyor, bana bakmıyor, ona bu esnada bakabilirmişim gibi geliyor. Ama onun ne denli yakışıklı olduğundan fazlasını görüyorum şu an ben ve gördüğüm şey bu değil. Babasından kalan bir yeri aynı kurallar çerçevesinde işletiyor hâlâ Levent. Bir iş adamı ama babadan kalma bir yerin ritüeline o denli bağlı ve saygılı bir adam görüyorum karşımda. Bu yüzden mekân kapatan bir adam olduğunu hiç düşündürmedi zaten bana. Onda babasına karşı duyduğu saygıyı görebiliyorum. Bana onu kaybettiğini, daha doğrusu ailesini kaybettiğini söylemişti. Bu gibi bir şeyle devam ettiriyor olmalı ailesinin hatırasını.

Kadın yine Türk Sanat Müziği söyledi. Boş Çerçeve şarkısının sesine çok gittiği kesin. Bittiğinde ona gülümsedim. Sonra alkışladık. İşte kadının yaptığı şey de bu esnada bana hayranlık uyandırıyor. Önündeki ayaklı mikrofonun bir adım sağına çekilerek hafif bir baş selamı veriyor seyircisine. İşte bu Levent’te de var!.. Birini uğurlarken, karşılarken, selamlarken, bir adım ya gelmeniz ya da geri çekilmeniz icap eder.

Levent sahne kapanınca bana sadece sol dizini bir nebze çeviriyor eli hâlâ üstündeyken. Diğer eli ise önündeki masada duruyor. Yönünü bana doğru tutuyor ama tam çevirmiş değil. Sol bileğinde yine bir saat görüyorum. Önce ona, sonra da gözlerime kaldırıyor bakışlarını.

–Ne içmek istersin?

Gülümsedim. Bu da iyice dert oldu.

–Sen ne içmek istersin, deyip yanıtladım.

–Bana neleri sevdiğimi mi sormak istiyorsun?

–Yani, misal çayı ve kahveyi seviyor olmalısın?

–En çok onları, evet.

–Benim midem pek izin vermiyor. Kola içince bile hasta oluyorum. O asitin mideme inmesi demek, delinmesiyle aynı şey sanırım. Aslında arabada bile beni tutmasın diye dua ediyorum bazen.

–Öyle mi?

–Dadım, ben küçükken Kuran okumaya oturunca onu izlerdim. Benim etrafında koşturmama aldırmazdı. Ama ondan önce yaptığı bir şey vardı. Kızılcık şerbeti yapmak. Kızılcıkları önce kaynatır, içine karanfil atar, tüm evi bu kokunun sarmasını sağlardı. Dışarıya kadar gittiğini bilirim. İşte o Kuran’a oturacağı zaman ocağı kapatır, nasıl ayarladığını bilmiyorum.. ‘Şerbetin kıvama gelmesi’ diye bir şey duydun mu hiç?

–Hayır, duymadım, diye tebessüm etti.

–Hiç şeker atmazdı Levent. Fakat kzılcık ekşi bir şeydir. Karanfilin de bu tadı körelttiği düşünülemez. Dadım Kuran’a oturur ve belli bir ritüelde okumaya başlardı. Bu bittiğinde ise mutfağa geçerdik ve şerbetin ne sıcak, ne de soğuk olduğunu görürdüm. Bunları bir tepsiye dizdiği badaklara boşaltır ve en büyük bardağı da bana verirdi. Sonra ev ahalisine, dışarıdaki korumalara falan, hepsine dağıtılırdı. Elimdeki şeyi içtiğimde tatlı olduğunu görürdüm. Ama onu soğumadan içmem gerekiyordu, çünkü soğursa ve ben de içersem midem o mayhoşlukla burkuluyordu.

Ona kaldırdım kafamı hiçbir şey anlamadığından eminim.

–Anlayamadım, dedi? Sanırım benim bunu bir espiriye dönüştüreceğimi bile sanıyor olabilir.

–Ben de anlamıyordum açıkçası. Dadıma bunun sebebini sordum. Bana söyleyemeyeceğini söyledi. Ama bende bu durum baya merak uyandırmıştı. Dört yaşında olduğumu hatırlıyorum. Bir gün yine oldu ve şerbeti içmeyip soğumasını bekledim. Sonra içtim ve o kadar ekşi geldi ki dadıma yalvardım söylemesi için. Cevabı yine aynıydı. Ama bir şey söyledi. O da şu:.. Bu söylenebilir bir şey değilmiş ama onun yerine eğer şerbeti ben yaparsam nedenini kendim görebilirmişim. Tabiî nasıl yapacağımı sordum hemen. Önce Kuran öğrenmem gerektiğini söyledi. Baya şaşırmıştım duyduğumda; benim bir şerbet yapmak için, daha doğrusu şerbetin soğuyunca neden ekşiye dönüştüğünü bulmak için Kuran öğrenmem gerekiyordu.

–Peki ne yaptın, diye sordu.

–Yaptığım şey merak etmekten öteye geçmedi. Kabul ettim. Bana öğretmeye başladı. Fakat sadece öğrenmem değil, tümünü ezberlemem şartıyla. Nasıl okuyacağımı öğrenerek işi geçiştirmeden. Bu iki sene boyunca sürdü. Altı yaşına geldiğimde Kuran’ı ezbere biliyordum artık. Dadım bundan emin olunca elime kızılcığı verdi ve ocağa koydum. Sonra içine karanfil ekledim. Onun bu işi ben yaparken dokunması kesinlikle yasaktı. Kendine koyduğu bir yasak… Sonra kızılcık kaynadı, rengi suya çıkıp fokurdadı ve ocağı kapadım. Odaya geçtik, seccadeyi serip oturdum ve onun bana söylediği yerden itibaren okumaya başladım. Okuduğum şey Yusuf Peygamberin hayatına dair kıssaların geçtiği yerdi. Ama ben yine pek anlamış değildim açıkçası.

Okumayı bitirdim ve dadım yanıma yaklaştı. Söylediği şeyler aynen şöyle Levent:

“Nefise, benim eşim, yani kocam öldü. Onu kaybettim. Onu bana hatırlatacak bir şey aradım kendi içimde uzun bir müddet ve bulamıyor, acı çekiyordum. Allah’tan bana bir yol göstermesini istedim ve istiareye yattım bir gün. Rüyamda bana gösterilen tek şey bir sesin, ‘Yusuf’tan fazla mı sevdin Hatice’ demesi oldu. Ve kırmızı kızılcıklar gördüm bir ateşte kaynayan. Uyandığımda içime doğan şeyi yapmaya koyuldum. Kalkıp iki kilo kızılcık aldım, sonra ateşe koydum, içine karanfil atıp kaynadıktan sonra kapadım. Ve Kuran’a oturup okumaya başladım. Ama sadece Yusuf kıssalarını. Çünkü o aşka indirilmiş tek peygamberdi. Ama okudukça aslında okumadığımı farkettim. Aklıma gelen tek şey kocamdı. Ama satırlar da gözlerimin ve dudaklarımın arasından geçiyordu. Bitince yerimden kalktım. Kızılcığı bardaklara boşalttım, aynı Mevlitlerde yapıldığı gibi konu komşuya kocamın ruhu için dağıttım. Sadece bir bardakta kendime eğledim. Hâlâ ılıktı ve içtim. İçmeye başladığımda o içimdeki acının şerbetle birleştiğini gördüm. Çünkü kızılcık ekşidir, tıpkı benim içimin burukluğu gibi. Çivi çiviyi sökermiş Nefise. Kızılcık kırmızıdır, aşkın ekşi hâlidir, aşkta tıpkı onun gibi insanın midesinde buruk bir tat bırakır acı çektiğinde ve sıcaklığı da hiç geçmez. Kendi yaptığın şerbet içen diğer herkese tatlı geliyorsa, bunun anlamı çekeceğin aşk acısı da ancak onun paklayabileceği kadar büyük olacaktır. Nefise şimdi mutfakta kendi yaptığın şerbeti içmen gerekiyor ılık olarak. Eğer sana ekşi gelirse, bil ki herkes tat alacak ama sen acı çekeceksin!”

Kafamı kaldırıp Levent’e baktım. Hiçbir tebessüm görmüyorum yüzünde. Gözlerime baktı. Eminim buna inanıp inanmadığımı aradı bakışlarımda.

–Sonra ne oldu, dedi?

–Sonra yerimden kalktım ve mutfağa geçtim. Kendi elimle şerbeti bardağa doldurup içmeye başladım. Daha aldığım ilk yudumda öksürdüm ve yutamadım bile.

Levent durdu. Ona bakmaya utanıyorum ama tebessüm etmeye çalıştığını görüyorum gözlerime karşı.

–Buna inanıyor musun Nefise, diye sordu.

–Levent, şerbeti bardaklara doldurup herkese dağıtılmasını istedim ve içen hiç kimsenin aynı tepkiyi vermediğini gördüm. Bu olay bende çok garip bir etki bırakmıştı. Dadım o şerbetten içmedi. Çünkü ne kadar tatlı gelirse ve o da bunu bilirse, acı çekeceğim anlamına geleceğinden bunu yaşamak istemiyordu. Yani buna inanıyordu. Biraz daha büyüyünce araştırmaya başladım. Çok büyük bir islâm âliminin vaktinde yazdığı bir şey geçti elime bunun sonucunda. Bu kitap Diyanet tarafından Türkçe meallendirilmiş bir eserdi. Bir yerinde de şöyle bir şey geçiyordu: ‘Yusuf’a kızılcık şerbeti içirdiler küçükken. İçine de karanfil koydular. Henüz ılığı kaçmamıştı. Evdeki herkes içti. Babası Yakup Peygamber, tüm kardeşleri, hatta komşulara kadar… Ama küçük Yusuf daha ilk yudumunu aldığında öksürdü. Çünkü kızılcık aşkın zehir hâlidir. Geliyorsa ne denli eşki, o kadar yanacaksın demektir Tanrı’nın aşk gazabı imtihanında. Çünkü Yusuf, Züleyha’ya yazılmıştı bir defa.’

Tekrar kafamı kaldırdım. Gözlerimi yakalamaya çalışıyor. Tekrar etti.

–Buna inanıyor musun Nefise?

Kafamı salladım.

–Bilemiyorum Levent. Beni, dadımın bu islâm âliminin bu kıssasından hiçbir haberi olmaksızın böyle bir şeyi rüyasında görmesi ve anlatılan şeyi hiç bilmeden birebir yapması çok şaşırtmıştı. Ama ben bir şey daha öğrenmiş bulunuyordum. Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim deyimi bu islâm âliminin bu kitabında geçen bu hadiseye dayanıyormuş esasen. Zamanında bu hadise dillendirilmeye başlandığında, ‘Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim derim’ lafı aslında aşkın bir ifadesiymiş.

Evet… Farkındayım… Ben, Levent’le konuşuyorum. Çok uzun bir sohbet oldu bu hatta. Beni konuşturdu. Ama öğrendiği şey pek parlak değil sanırım. Sustum… Sanırım saatine bakıyor şimdi. Tâ ki o, ‘kalkalım mı’ deyinceye dek konuşmadım. Çünkü acı çekip çekmeyeceğimi bilmiyorum. Lâkin bir şey var, ben sanırım bunu bir tek ona anlatabilirdim. Anlattım da… Şerbeti öksürmemi sağlayan aşk onunkisi mi olacak bilmeden bunu anlattığım tek kişi Levent’in tâ kendisi. Ve bu son cümlem de benim zihnimin kendime uyandığı an işte!..

Bugün ben, Ezgi yanıma geldiğinde bir şey geçirdim aklımdan. ‘Allahım, sen hiçbir kuluna geleceği görmeyi nasip etme’ dedim. ‘Bununla yaşanmaz çünkü…’ İşte benim zihin sistemi onu aldı ve bana hatırlattığı o şeyin ortaya çıkmasını sağladı. Ben Tanrı’nın ilmîni okuyabilenlerden değilim ama. Keşke yapabilsem… Bildiğim tek şey, şu anda daha bunu anlatacağımı ben bile bilmiyorken buraya, Levent’in yanına gelmeden bilmemek için ‘âmin’ demiş olduğum.

Bugün, içimin burkulduğu hayatımın ilk günü…

 

– Türkan Gönülaçar

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: