Ahmet dayısı Almanya’dan Türkiye’ye yaz tatiline geldiğinde, genelde kendi evine kapanırdı bir süre. Aradan birkaç gün geçtikten sonra ise, kız kardeşi olan Annesini ziyarete gelirdi. Sokakta giydiği ayakkabılarını çıkarmadan eve girer, evin en baş köşesindeki koltuğa otururdu. Sokak ayakkabılarıyla eve nasıl girebiliyorduki? Almanya’da öyleymiş, en azından bize anlatılan bu şekildeydi. Açıklaması da bir o kadar ilginçti; “Bu almanların sokakları çok temiz, o yüzden kimse kapı girişinde ayakkabılarını çıkarmaz”. O zamanlar doğru sandığımız bu söylem, şimdi düşününce ne kadar da saçma geliyor. Oysa sokakları süpürenlerin çoğunluğu, buradan oraya giden Türk işçilerdi, Almanlar değil. Üstelik, evleri de Almanya’da değil, Kadirli’nın patika yollarından ulaşılan bir yerdeydi.

Dayısı baş köşeye oturduktan sonra, hemen yakınındaki bir yere annesi otururdu. Bir süre sessizlik kaplardı salonu. Bu sessizliğin ortasında ise annesi ellerini nereye koyacağını şaşırırdı. Çok sevmekten mi, saygıdan mı, korkudan mı bilinmezdi. Ve hiçbir zaman da öğrenememişti hayatı boyunca. “Hayatım boyunca o kadar çok anahtarım oldu ki, hiç biriyle annemin ruhunun kilidini açmayı başaramadım.” diye düşündü yaşananlara karşı.

Evin olduğu yere taksiyle vardığında, ilk gözüne çarpan çevredeki büyük kalabalıktı. Şaşkın gözlerle etrafı süzdüğünde, artık çok geç olduğunu fark etti. Çünkü onu görenler, baş sağlığı için sırayla üzerine doğru gelmekteydi. Oysa o an ihtiyacı olan tek şey, kalabalık içerisinde kaybolmak değildi, kendi içindeki kuyuda bir süre yalnız kalmaktı. Taktiksel bir hataydı evin önünde inmek ve artık kaçınılmazdı insanların teselli sözleriyle savrulmak. “Eleştirmiyordu tabi ki, sevilmek, değer görmek güzel hasletler ama yine de insan, kendi kendisinin acısıyla olgunlaşmak istiyor bir süre ya da acıyı tek başına yaşayarak yılların geçmişini düşünmek istiyor sanki. Sanki tek başına isyan etmek istiyor gibi… Belki de ilk buluşma anını bir ritüele dönüştürüp, eşsiz bir resim haline getirmek istiyor aklınca. İmkanı var mı bunun? Tabi ki yok.” diye düşündü.

Uzun uzun teselli edildi, taksiden indiği yerde. Kendi acısını paylaşarak, acını dindirmek isteyenler mi ararsınız, sarılıp iki gözü iki çeşme ağlayanlanlar mı, uzun ömürler dileyenler mi, Annesinin ne kadar iyi insan olduğundan dem vuranlar mı –ki içlerinden bir kaçının Anneme nasıl eziyet ettiğin bilmese, neredeyse inanacaktı… Ne kadar sürdü bu teselli faslı. Bir gün, bir ay, bir yıl… Hissettiği ise Yaşar Kemal’in İnce Memed romanının okunma süresiydi.

Küçük adımlar ile eve yürümeye başladı. Yürürken, evin duvarının dibinden gitmeye özel bir önem gösteriyordu. Çünkü, yürüyerek çıktığı bu yerden, elinden sıkı sıkı tutan Annesi ile inmişti hep çocukken. Avuçlarında hisediyordu son sıcaklığı…

Kapıya geldiğinde ise, dizlerinin bir an titrediğini hissetti. Kolay mıydı, ayrılırken güle güle diyen o ses, eve geldiğinde hoş geldin diyemeyecekti ona. Evin içerisinde salona doğru ilerlerken, içeriden gelen mırıldanmaları işitti ilkin. Yaklaştıkça bu mırıldanmaların, dua okuyan kadınların sesi olduğunu anladı. Kapıda belirdiğimde ise, bütün yüzler kendisine dönmüş ve dua okumayı bırakmışlardı. Çocukluğunda sinemaya giderdik, bütün mahalleli. Tam filmin en heyecanlı yerinde beyaz perdenin ortasında bir yanma olurdu ve film kopardı. Sonrası, salon karanlığa bürünürdü. Kapıda belirdiğim an da, film kopmuş ve herkes olduğu yerde donmuştu.

Yüzlerindeki şaşkınlığı okuyamıyordu. Ne oldu, gelmem mi sanıyordunuz? Neden gelmeyeyim ki! Bu değildi ama, yüzlerinden okunan. Daha çok, limon ile dilin ilk buluştuğu an da ki o titreme anı gibi bir şeydi bu. Ya da, bir yetime acıma haliydi. “Vah vah vah, yetim de kaldı çocukları. Şimdi annesiz ne yapacaklar ki acaba…” Ne kadar da acımasız bir dünya değil mi? Biraz önce dua okuyan o yürekler, birden acıma duygusuyla yeni yeni cepheler açıyorlardı insanın yüreğinde. Oysa, tebessüm etmek günah değil ki…

Salonun tam ortasındaydı. Dayısının baş köşesine oturduğu salonun yani. Başı camdan tarafta, ayakları ise benim eşiğinde durduğum kapıya doğruydu. Ayaklarıyla aramda yaklaşık iki metre ya var ya da yoktu. Ama o iki metre öylesine uzaktı ki. Yirmi iki yıllık anılar vardı o mesafede. Üstelik pamuk ipliği değil, kordon bağıyla bağlı anılardı hepsi. İçeriye iki adım atınca, kadınlar boş buldukları odalara dağılıp, gözden kayboldular. Yaklaştı, sadece yaklaşabilme eylemini gerçekleştirebiliyordu. Oysa, Kadirli’ye gelene kadar geçen süre zarfında, neler düşünmemiştim ki. Ama düşünmek yetmiyor eylemi gerçekleştirmeye. İnsanın her zaman annesi ölmüyor ki.

Öylece bakıyordu, donuk, soğuk ve sabit. Paslı çivi gibi saplanmıştı bakışlarına. O an kim gelse, yerinden çıkarılamayacak bir çivi gibi. Sol omuzunda bir el hissetti. Salona girdiğimde fark etmediği kadınlardan birisi, odadan çıkmış ve omuzuna dokunuyordu. Dönüp baktığında, hemen tanımıştı. Yıllardır her sabah bakkaldan ekmek aldıktan sonra mutfak camımızı tıklatan Zarife Abla’ydı. Gözlerinin rengi kaçmıştı ağlamaktan. Dili, lâl olmuştu sanki. Bir şeyler söylemek istiyordu ama gücü yetmiyordu. Sadece başını sallayabildi ona, anladım, ben anladım söyleyeceklerini, yorma kendini abla. Ben güçlüyüm… diyemedim kendisine ama öyle bilsin diye tuttu hem kendini hem de göz yaşlarını.

Artık öğle namazı yaklaşıyordu. Dışarıda ki kalabalığın sesi salonun içerisine kadar geliyordu. Derken omuzladılar annesini bir gelin gibi. Çıkardılar yirmi yıldır elinde süpürge ile temizlediği evinden. “Durun, son bir kez daha bakayım evime” diyemeden hızlıca çıkardılar onu sokağa. Biri sağ koluna, diğeri sol koluna olmak üzere iki kişi sıkıştırdı kendisini araya. Onlara da diyemedi, “ben suçlu değilim, sadece yetimim… Acı ne kadar büyük olursa olsun, cenazelerde ses yükseltilemez. Hatta, ağlarken bile içine içine ağla, yüksek ses ile ağlarsan günahtır. ”Bize günah değil mi, erkenden ayrılık acısını yüreğimize nakşederken.” diye bağırdı iç dünyasında.

Annesi önde, kendileri  arkada yürüyordu son kez bu sokaklardan. Oysa her köşesinde ne anılar vardı bu sokakların. Şurada ki zeytin ağacını görüyor musunuz? Göremezsiniz tabi ki, ben de göremiyorum. Yol yapacağız diye kestiler onu çünkü. Ama yine de siz varmış gibi düşünün. İşte o zeytin ağacının yanında, “Gelmeyeceğim.” diye ağlamaya başladığında, durmuş, gözlerine uzun uzun bakmış ve  “Geleceksin, gelmek zorundasın. Gelmezsen, yarın daha çok ağlayacaksın” demişti. Anlayamamıştı çocuk aklıyla ne söylemek istediğini. Yıllar sonra bu cümleyi düşündüğümde ise, ne kadar haklıymış dedi kendi kendine. Bir gece önce diş ağrısından uyuyamadığında, sırf korku yüzünden dişçiye gitmek istemiyordu. O an gitmesem, yine kabus gibi bir gece geçirebilirim diye düşününce, ağlaya ağlaya dişçiye gitti o gün, ağlaya ağlaya çürük dişini çektirdi, güle güle eve geldi, annesinin ödül olarak aldığı oyuncak vosvos ile.

Zeytin ağacını geride bırakıp, yürümeye devam ediyordu kalabalık. O hala iki koluma girmiş insanların arasında, tutuklu bir vaziyette yürüyordu. Caminin avlusuna girdiklerinde, usulca Annesini indirip musalla taşına koydular. Ve gerisin geri çekilerek,  aile bireyleriyle baş başa bıraktılar Annesini. Durun, gitmeyin, yalnız bırakmayın bizi demek ister gibi geriye baktım, gücü yettiğince bağırmak istedi ama yapamadı ve sonra fark etti, o hiçbir zaman yalnız değildi ki diye düşündü.

“Annem, hiç bir zaman yalnız olmadı ki.” diye düşündü. Musalla taşından iken. Bu anlarda insan neler düşünüyor neler ama hiç birine uydurmuyor ne yüreğini ne de beynini. Her ölenin yok olmadığını, her nefes alanın yaşamadığını düşündü.

Onun, dünya kadar hayalleri vardı hep, gün içerisinde onu oyalayan. Oyalandıkça, tülbentlere oyalanan. Ne kısa bir zamandı yaşadığı fakat çok uzun zamana sığdırdığı. Varlıkla yokluk arasında ne kadar çok gidip gelmişti Çukurov’nın sıcaklığında. Onun dünya kadar hayalleri vardı hep, kucağına alıp seveceği torunlarıyla oyalanan. Oyalandıkça, torunlarını tülbentlerine oyalayan. Ve her birimizi iğne oyasıyla tülbentlere özenle işlediği ailesi vardı baş ucunda, nasıl yalnız olsun ki, bizimle oyalanmak varken.

Öğle ezanı, cenaze namazı derken Annesi tekrar omuzlara alındı. Camiden mezarlığa giderken, o çok sevdiği “Mektebin Bacaları” türküsü söylenseydi, ruhu huzura erermiydi acaba,diye düşündü. Utandı düşündüğüne. “Sahi, insan yaşarken, öldüğünde ruhu huzura ersin diye, hiç türkü vasiyet eder mi? Eden de vardır, etmeyen de. Nereden geliyor ki bunlar şimdi aklıma? Yoksa aklımı mı kaybediyorum?“ düşüncesine kapıldı. Düşününce Yıldız Sağ’ın cenazesini hatırladı. Tolga Sağ’ın türküleri eşliğinde yol alışını ve sonra Yılmaz Erdoğan’ın  babasına mezarında dinlettiği “İşte Gidiyorum” sahnesini düşününce gözyaşları sel oldu aktı yüreğine.

Mezarlık içinde ilerlerken, gözü mezar taşlarına ilişiyor. Eski tarihli, yeni tarihli ne çok insan var burada, ölerek ölümsüzlüğe yürüyen ve de ne çok benim gibi… Düşüncesini tamamlayamadan mahalle imamının sesiyle kendine geldi. Tüy gibi iniyordu annesi aydınlıktan, derin bir kanlığa. Son kez bakıyordu, ya da baktığını sanıyordu. O kadar hızlı akıyordu ki zaman, ”durun, durun beni koyun oraya, Annem korkar yalnızlıktan” diyemeden tahtalar yerleştirilmiş, üzerine yığınla toprak atılmıştı bile çoktan. Dua ve ağlama sesleri arasında koydular Annesini, bir daha çıkmayacasına o çirkin çukura…

Herkes çekilmişti artık mezarının başından. Yandan bir avuç toprak alıp, son toprağı  atmak istedi üzerine. Yapamadı… Ne elleri ne de yüreği kabul etti, Annesinin üzerine toprak atmaya. Hızlıca ayağa kalkıp, yan mezardan kökleriyle söktüğü gülü ağlaya ağlaya dikti ayak ucuna, avazı çıktığı kadar bağırarak.

 

– Mehmet Ali Güner

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: