Buraya kaçıncı gelişim bilmiyorum. Ama o yokken ilk kez dolaşıyorum eskimiş parkelerin üzerinde.  Ellerim, yarısı çürümüş duvar kağıtlarının üzerinde geziniyor. Her şey tozlu, her şeyin üzerinde eskiliğin o müthiş hüznü. Ne kadar tozlanmışsa eşyalar, sanki o kadar üzgünmüş gibi gelir bana. Üzerlerindeki toz zerreciklerinin sayısı kadar gözyaşı tanesi eder yaşanmışlıklar. Hayat, gideni tutamayacağımız kadar güçlü. Oysa kaçıp kaçıp sığındığım bu ev, kendimi bulduğum, kendimle tanıştığı bu ev, üstüme üstüme geliyor şimdi. Belki de buraya adım atmayı bu kadar beklememin sebebiydi bu ne hissedeceğimden korktuğum şeyler. Tam üç yıl sonra. Onu kaybetmemin üzerinden üç yıl geçti. Onu sadece ben kaybetmiş gibi hissediyorum, tam üç yıldır. Ve bu ev. Şimdi bu ev, benden daha acı çekiyor gibi  görünüyor.

Teyzem öleli üç yıl oluyor. İntihar mı, kaza mı, hala bilemiyorum, bilemiyoruz. Nasıl olabilirdi ki onun ölümü başka. Ardında soru işaretleri bırakarak. Ölümünü çok uzun süre atlatamadım. Kendimi gördüğüm onda, belki de sonumu da görmüştüm, kim bilir.

Çok acı çekmiş teyzem. Hayatımda gördüğüm en güçlü kadındı. Belki de böyle bir sonu yakıştıramadım ona. Cesedi şişmiş, tanınmaz halde. Başka kimsesi olmadığı için, teşhis etmek zorunda kalan ben oldum. Onu son kez gördüğüm hali bu olmamalıydı diye günlerce ağladım. Beni buna mecbur bırakan ailem, ailesi, her gün daha da uzaklaştım onlardan. Evinin birkaç kilometre ötesindeki derenin kenarına sürüklenmiş halde bulmuşlar cesedini. Köylüler tanıyamamışlar önce. Tek yakını beni bildikleri için, jandarma bana ulaştı. Kolay olmamış beni bulmak. Onu yalnızca birkaç haftada bir görmeye gidebiliyordum. Şimdi neden daha fazla değildi diye kendimi suçlamanın hiçbir faydası yok elbette. Olmadı da. Bazen çok uzun süre gitmediğim olurdu. Hiç önemi yoktu onun için. Belki de onun en çok sevdiğim yanlarından biriydi. Kırılmaz, bozulmaz, beni her gördüğünde içten bir sarılmayla, aslında yalnızca beni görmenin onu mutlu ettiğini, aradan geçen zamanları asla umursamadığını hissederdim. Öyle bir kadın değildi teyzem. İnsanların ona yaptıklarıyla değil, hissettirdikleriyle ilgileniyordu. Üstelik içten içe bir minnet bile duyuyordu, onu yalnız bırakan onca aile üyesi arasından ben, küçük yeğeni, yalnızca ben görüyordum içindeki en saklı yerlerini.

Hiçbir zaman aile ve akraba bağları güçlü olan bir kadın olmamış teyzem. “Doğduğumdan beri bende bu duyguların ve bazı bağların eksikliğini hissederdim hep” derdi. Ona göre “eksik” doğmuştu teyzem. Kan bağlarını dünyanın en mühim ve en sahici şeyi olarak görmüyordu. “Hangi ailede doğacağımıza biz karar vermiyorken, belki de yalnızca tesadüf veya kader sonucu bir arada yaşadığımız insanlar neden her şeyden ve herkesten üstün varlıklar olabiliyordu ki bizim için” diyordu. Ona göre seçimlerimiz sonucu sevdiğimiz insanlar, sevmek zorunda olduklarımızdan daha büyük bir olaydı. Düşünsene diyordu, onu sevmek zorunda bırakılmadım, ama sevmeyi seçtim. Seçimimden nasıl pişmanlık duyabilirim. Bazen belki de, her şeye rağmen, bana yanlış örnek olduğu düşüncesiyle, neyse sen bakma bana diyerek saçımı okşuyordu.

İçten içe, aile bağlarımın, örflerin, adetlerin,  gelenek göreneklerin, ahlak anlayışımızın, bilinçaltımda oluşturduğu baskıyla, “Pişman mısın diye soruyordum” ara sıra. Duyduğum cevaplar hep aynıydı, hep aynı kapıya çıkardı.

“Pişmanlık, yalnızlıktan ve düzenden dışlanmaktan korkan ‘herkes gibi’ insanların sığınağıdır. Yoksa herkes, verdiği her kararın sonucunda, neler yaşayacağını az çok kestirebilir. Aslında kimse gerçekten pişman olmaz, affedilebilmek için damarlarında akan korkunun yalanıdır pişmanlık. Sen sen ol,  yalnız kalmamak uğruna af dileme”

Aslında bu soruyu her sorduğumda, onu herkes gibi yargılamış oluyordum. Yaptığı şeyi kabullendiğimi, kafamda onu affetmeye çalıştığımı hissediyordu. İşte bu yüzden, aslında bu soruyu her sorduğumda, içten içe kırılıyordu bana. Bunu farketmem uzun zamanımı aldı. O küçücük anlarda bile, herkes gibi olduğumu hissetmesi, hayal kırıklığına uğratıyordu onu. Kendimi affedemiyorum, aslında, kafamda ona ben bile inanmıyordum, belki de hikayesini asla tam anlamıyla anlatmadığı için suçluyordum onu. Sanki kendini savunmayan insan, kesinlikle suçluymuş gibi. Böyle bir inançla, susması, kendini savunmaması, yapmadım dememesi delirtiyordu beni. Ağzından yalnızca bir kez duymuştum bu cümleyi.

Tüm ailede, teyzemin küçük kardeşinin eşiyle ilişkisinin olduğu yankılanırken, ben duyduklarıma inanamazken, herkes katıksız bir inançla, sanki ‘ondan beklenir’ edasıyla yerden yere vururken onu, ben nasıl içimdeki şüphe kırıntılarını yok edebilirdim. Yıllarca aynı cümleleri duymuştum hakkında;

“Ne zaman bizi önemsedi ki zaten. Bayramlarda bile sanki zorla öperdi elimizi, sanki zorla gelirdi akraba ziyaretlerine. Hiçbir zaman hiçbir yere ait hissetmediğini söylemez miydi zaten. Yanımızda beş karış suratla otururdu, ne zaman muhabbetimize katıldı. Yok canım o çok iyiydi ya, aşağıda görüyordu bizi. Örf adet bildiği mi vardı, tutturmuş bi özgürlük özgürlük diye, özgürlük ahlaksızlık mıdır canım. Sınırları olacak biraz insanın değil mi ya? Aman bizim muhabbetlerimiz komik geliyordu ona, neymiş efendim dedikoduymuş işimiz gücümüz. Öyle demez miydi ya? Hayır dedikodu mu biliriz biz, insan bi iki muhabbet edemeyecek mi eleştiremeyecek miyiz kimseyi. Yok yok. Belliydi. Ne edep bilirdi ne haya. Ah yaktı küçük kardeşini, kendine zarar verse iyi, etrafına da zarar verdi. Müstehak şimdi yalnız kaldı, tüm aile reddetti onu, kabullenilir mi böyle bi şey canım. Mutludur o şimdi, bizi beğenmiyordu ya otursun bi başına”

Mutlu muydu teyzem. Öyle yalnız, öyle tek başına. Belki de bu yakmıyordu canını. Asla anlaşılmamış olmak, en kötüsü de yanlış anlaşılmak yakıyordu canını. Bi keresinde kuzum demişti, “Umut kadar kötü bir şey yoktur. En büyük acıyı umutlarım yaşattı bana. Hep anlaşılma, kendimi anlatmaya çalışmak yordu beni. Anlaşılmaya dair olan umudum. En çok bu umudu kaybettiğimde acıdım kendime”

İşte. Bu berbat olaydan sonra gitmişti teyzem buralardan. Kimseye ben yapmadım dememişti, benim suçum yok dememişti, eniştem olacak o şerefsiz zorla yaptı dememişti. Kimseye savunmamıştı kendini. Benim hep bir yanım onun yapmadığına inanırken, bu inancım, onu tüm bu olanlardan aylar sonra ilk kez gidip gördüğümde daha da pekişti. Kapıyı açtı, beni gördü ve ilk cümlesi ‘Eksik olabilirim ama kötü biri değilim. Yapmadım. Benim suçum değildi.” Olaya dair tek açıklaması bu oldu bana. Bir daha hiç sormadım ona neler olduğunu, o da asla anlatmadı. Sarılıp ağladık. Hayatı boyunca herkese kendini anlatmaya, anlaşılma savaşı vermeye çalışmıştı. Belki de en konuşması gereken yerde susması, onun devrimiydi. İsyanıydı. Neyi değiştirecekti açıklaması. Ben bile, onu en çok seven yeğeni ben, her şeyini örnek alan, onun gibi olmak isteyen ben bile, içimdeki şüpheden kurtulabiliyor muydum?

Ara ara ziyarete gidiyordum onu. Kendimi bu evde, onun yanında, onun asla yargılamayan, asla akıl vermeyen, o anlayışlı yanları kendimi çok iyi hissettiriyordu. Küçüklüğümden beri, bana çocukken bile çocukmuşum gibi davranmayan tek insan, ilk aşk acımda, ilk hayal kırıklığımda,  ilk adımlarımda hep beni ciddiyetle dinlemiş, sadece dinlemiş, bazen sabahlara kadar dinlemiş, akıl vermekten büyük bir haz duyan herkese inat sabırla dinlemişti. Böyle bir insan olabilir miydi, önyargısız, yargısız, eleştirmekten haz duymayan, kavgasız gürültüsüz, savaşsız. Kaldı mı? Onunla konuşurken öyle çok dinliyordum ki kendimi aslında, beni erken büyüttü. Bi şeyler söyleme savaşı, büyük laflar etme savaşı olmadı hiç. Aslında o kadar normal bir kadındı ki, farklı kalıyordu bu acele dünyada o. İğreti kalıyordu, çemberi bozuyordu herkese göre. Çünkü herkes ‘olması gereken’ iken o, ‘olması kötü örnek’ teşkil ediyordu.

Şimdi, erken ölümünden üç yıl sonra, sabahlara kadar konuştuğumuz, ailemden ve herkesten gizli kaçtığım bu evde, kendimi yalnız hissediyorum. Ev bana ilk kez soğuk, ilk kez hüzünlü görünüyor. Teyzemin varlığı öyle bir şeymiş ki, işte şimdi, ölümünden yıllar sonra, bu ev benim, ilk kez onu kaybettiğimi yüzüme vuruyor.

Kapının arkasındaki yeşil hırkası takılıyor gözüme. Evi terk ederken bu hırka vardı üzerinde. Tüm hüznünü yüklenmişti sanki bu hırka. Bana ilk kez bu evin kapısını açtığında da üzerindeydi. Sanki en kötü, en yalnız zamanlarına eşlik etmişti. Güç veriyordu ona sanki. Hırkayı gördüğüm an, hıçkıra hıçkıra ağlayarak yere çöktüm.

Neden sen, hangi üç doğru götürdü seni suya, hangi hatanın bedeliydi yaşadığın yalnızlık.

İntihar ya da kaza ne fark eder. Yaşarken almamışlar mıydı canını.

Dön, ya da beni al yanına teyzem, içim acıyor. Yanlış mıyım yalnız mıyım bilmiyorum, yıllar sonra kabulleniyorum kendimi. Hep biliyordun beni. İçimdeki bu boşluk, bu eksiklik, eksik doğmuşum tıpkı senin gibi. Affet beni, senin kadar cesur olamadığım için. Şimdi sen yokken yanımda, herkesin doğrusu beni mahvediyor. Dön, ya da al beni yanına, kendime söylediğim yalanlar, artık nefes almama yetmiyor.

 

– Aslı RAUFOĞLU

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: