Kazuo Ishiguro

1989: PA NEWS PHOTO 26/10/89 JAPANESE AUTHOR KAZUO ISHIGURO WITH HIS BOOK “REMAINS OF THE DAY” AT LONDON’S GUILDHALL WHERE HE WAS NAMED 1989 BOOKER PRIZE WINNER (Photo by PA Images via Getty Images)

Mültecilik ve çok ulusçuluğun en çok hüküm sürdüğü devletlerden biri olan adıyla müsemma Birleşik Krallık, kendi edebi dünyasında da bunu oldukça yoğun hisseden bir ülke. Bu da “İngiliz Edebiyatı” dendiğinde akla yalnızca İngiltere Hükümeti gelmesinin oldukça yanlış olduğunun bir kanıtı. Ya kullanım yanlış ya da kullanıma yüklenen anlam. İngiltere ile birlikte İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda edebiyatlarını da kapsayan bu kullanım açıkça görüldüğü üzere eksik ve de ırkçı bir söylemi oluşturmakta. Buna ek olarak da halihazırda İngiltere’de bile yalnızca safkan İngiliz yazarlar ikamet etmiyor. Vatandaşlık alanların yanı sıra, ki bu ziyadesiyle popülasyonu düşük bir grup, kendi doğdukları milletin vatandaşı olarak oturma ve çalışma izni ile İngiltere’de yaşayıp kitaplarını İngilizce yazıp eserlerini buradaki yayınevleri ile anlaşarak bastıran birçok yazar mevcut. Peki bu eserler “İngiliz Edebiyatı” ürünü sayılıyor mu? Sayılması için ne gerekiyor? Yoksa bunlar “azınlık edebiyatı” ismi altında mı sınıflandırılmış oluyor?

  İlk, orta ve yüksek öğrenim hayatının bazı parçalarını İngiltere ve İskoçya’da tamamlamış bir Türk ve İngiliz edebiyatı öğretim görevlisi olarak bu soruların yanıtlarını bulmak için hangi yazarı ele almam gerektiğine karar vermek benim için çok güç olmadı. Çünkü bu tartışmaya benim için oldukça açık örnek oluşturabilecek çok net bir isim zaten oradaydı: Kazuo Ishiguro.

  Yazarın da kitaplarını kendi ana dillerinden farklı olan İngilizce ile yazması ve yine kitapları ile kendi memleketinden başka bir ülke olan İngiltere’de “çok satanlar” listesinde olması bu ismi bir bağlam üzerine oturtmama yardımcı oldu. Bu bağlam farklı ülke, farklı dil ve farklı kültürlere sahip olmanın İngiliz edebiyatına ait olmada nasıl bir rol oynadığı ve bunun olası neden- sonuçlarını değerlendirmekti.

  8 Kasım 1954 tarihinde Nagasaki, Japonya’da dünyaya gelen Kazuo Ishiguro,  babası Ulusal Oşinografi Enstitüsü’nde çalışmaya başladıktan sonra henüz 6 yaşındayken 1960 senesinde ailesiyle birlikte İngiltere’ye taşınan bir göçmen. 1978 senesinde University of Kent’ten mezun olduktan sonra University of East Anglia’da yüksek lisans yapıyor ve 1982 senesinde de İngiliz yurttaşlığına geçiyor. Bu tarih, yasal konularda Ishiguro’nun oldukça talihli olduğunu gösteriyor çünkü 1983 yılına kadar İngiltere’de doğan herkes direkt olarak ülkenin vatandaşı sayılıyordu. Ayrıca İngiliz vatandaşı erkek bireylerin İngiltere dışındaki ülke topraklarında doğan erkek çocuklarına da vatandaşlık hakkı tanınıyordu. Ancak bu durumun yaygınlaşması ve çocuklarının İngiliz vatandaşı olması için birçok kişi İngiltere topraklarında doğum yapmaya başlamasına neden olmuştu. Bunu engellemek adına, zaten kendi içinde de 4 ülkeye bölünmüş halde olan Krallık, “İngiliz Vatandaşlığı Başvuru Hakkı” uygulamasını başlattı. Bu uygulama uyarınca kişinin bu hakkı elde edebilmek için yerine getirmesi gereken bazı temel kriterler bulunmaktaydı:

  • 18 yaşını doldurmuş olmak
  • En az 5 yıl süre ile İngiltere’de yaşamış olmak ve bu süre zarfında 450 günden daha uzun süre ülkeyi terketmemiş olmak
  • Vatandaşlık başvurusu takip eden önce yıl içerisinde oturum hakkına sahip olmak ve bu 1 yıl içerisinde 90 günden daha uzun süre ülkeyi terk etmemiş olmak
  • Temiz bir sabıka kaydına sahip olmak
  • İngilizce, İskoçca ve Gallerce dillerinden en az birini çok iyi derece biliyor ve bunu resmi olarak kanıtlıyor olmak gibi kriterler yer almaktadır.

  İngiliz Hükümeti yaygınlaşan bu durumu engellemek adına bir yasa çıkardı. Çıkan yasa gereğince; İngiltere’de doğan çocuğun vatandaş sayılabilmesi için mutlak suretle ebeveynlerinden birinin İngiliz vatandaşı olması şartı getirildi. Eğer evlilik dışı doğan bir çocuk ise bu durumda annenin mutlaka İngiliz vatandaşı olması zorunlu tutuldu. Ancak ve ancak bu koşulda İngiltere’de doğan çocuklara vatandaşlık hakkı tanınmış oldu.

  Özetle ne annesi ne de babası İngiliz vatandaşı olan Ishiguro, yalnızca bir sene sonra çıkan yasa öncesi hakkı kullanarak İngiliz vatandaşlığına geçmiş ve aynı sene ilk romanı olan “Uzak Tepeler”i (ori. “A Pale View of Hills”) yayınlamış ve bu romanı ile Winifred Holtby Memorial Ödülü’nü kazanmıştır. Ardından 1983 senesinde Granta dergisi tarafından en iyi genç İngiliz yazarları arasında gösterilmiş ve İngiltere’nin en prestijli edebiyat ödüllerinden Man Booker’a layık görülen 1989 yayın tarihli “Günden Kalanlar” (ori. “Remains of the Day”) romanı aynı zamanda James Ivory tarafından beyazperdeye uyarlanmıştır. Bu eseri sayesinde İngiltere dışında dünya genelinde de tanınmıştır.  Devamında 2005 senesinde yayımlamış olduğu “Beni Asla Bırakma” (ori. “Never Let Me Go”) isimli romanı, aynı sene Timetarafından “İngilizce Yazılmış En İyi 100 Roman” arasında gösterilmiş ve 2010 senesinde yönetmen Mark Romanek tarafından sinemaya aktarılmıştır. Ve 2017 yılında, Kazuo Ishiguro, İsveç Kraliyet Akademisi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş ancak tahmin edilebileceği gibi bu durum bazı tartışmaları da beraberinde getirmiştir.

  Aynı ödüle bir sene önce layık görülen Amerikalı şarkıcı ve besteci Bob Dylan’ın ardından konu ile ilgili Ishiguro’nun da ödülü kazanması çok az yazar tarafından olumlu şekilde eleştiri almıştır. Ishiguro ise “Kendimi oldukça ihtilaflı bir alana soktum. Yazmış olduklarımın üç kitap boyunca bir eleştirisi varsa eğer o da yeterince cesur olmadıklarındandır. Buna ilişkin gerçeğin yankısını duyar gibiyim, New Yorker’da ‘Günden Kalanlar’ a dair, baştan sonra övgü dolu bir inceleme vardı ve nihayetinde şunu söylüyordu, kitaptaki tek sorun, her şeyin bir saat gibi işlemesi” açıklamasıyla bu eleştirilere olumsuz bir bakış açısı getirmediğini belirtmiştir.

  Yine de yazarın yıllardır verdiği eserlerin 30 yılı aşkın süre önce vatandaşlığını aldığı İngiliz edebiyatına mı yoksa doğduğu Japonya edebiyatına mi tam olarak ait olduğu ırkçı ve ikilikli tartışmalara kapı açmaktadır.

  “Kazuo Ishiguro, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı ancak o bir Japon. Bütün çalışmaları Japon algılarına ve tarzlarına dayanıyor. Ondan  ‘İngiliz yazar’ diye bahsetmek adil olur mu? Kendisine ‘Japon edebiyatının yazarı’ demek daha uygun olur mu?” gibi söylemler sosyal medyanın yanı sıra yazılı ve görsel medyada da yer bulmuştur. (Quora, Ekim 2017).

  Bu ve bunun gibi yorumların üzerine  “azınlık edebiyatı” gibi bölücü ve sınıflandırıcı bir terimin ortaya atılması ile bir yazarın yaşadığı ve eserlerini yazdığı ülkeye aidiyeti (!) sorgulanıp hangi başlık altında gruplandırılması gerektiğine dair sözde edebi tartışmalar yaşanmıştır, yine sözde entellektüel çevrelerde.

  Bu düşünceye karşı olarak yine İngiltere’de göçmen olarak yaşayanların oluşturduğu bir internet portalında ise okuyucu “Kendi deneyimlerimden dolayı, göçmenlerin ve göçmenlerin çocuklarının içinde bulundukları ülkenin kültürünü tamamen emici bir nitelikte olduğunu düşünmeye meyilliyim. Aksini iddia etmek ırkçı olurdu” açıklamasıyla Ishiguro’nun İngiliz olarak doğmasa da İngiliz vatandaşı olarak İngiliz edebiyatına ürünler verdiğini savunmuştur.

  Bu ırkçılık odaklı tartışmaların karşısında Ishiguro ise konu ile ilgili “Eserlerimi eğer bir takma isim altında yazsaydım ve ceket fotoğraflarıma poz vermek için başka birine sahip olsaydım, eminim ki hiç kimse onun ‘Bu adam bana o Japon yazarı hatırlatıyor’ demezdi” açıklamasında bulunmuştur. Yazar, eserlerine etki eden Japonya- İngiltere bağlantısı ile alakalı da “Öyleyse, düzyazılarda kurgusal dünyalar kurmayı düşünmeden çok önce, aklımda zengin bir şekilde ayrıntılı bir yer inşa ediyordum. ‘Japonya’ – bir şekilde benim ait olduğum, kimliğimi ve güvenimi belirli bir şekilde çizdiğim bir yer ‘ve’ Japonya ‘kavramını korumak için, yazmak; duyduğum aciliyetin onu neyin sürüklediği oldu” demiştir.

 Peki doğru olan nedir? Bir yazarı, besteciyi, aktörü, yönetmeni neye göre bir ulusa mensup ederiz? Ya da bunu mutlaka yapmamız mı gerekir? Herkes bir etiket altında sınıflandırılmalı mıdır? Yalnızca kişinin kendini bir yere ait hissetmesi yeterli değil midir?

  Hem Japon hem de Avrupa kültürlerinin etkisi altında büyüyen Ishiguro, 20’li yaşlarında Junichiro Tanizaki’nin romanlarını içeren Japon edebiyat eserleriyle karşılaşır ve Yasujiro Ozu’nun yönettiği filmler de dahil olmak üzere Japon sinemasından etkilendiğini söyler. Aynı zamanda Japonya’nın edebi dünyasını kurma çabalarında önemli bir faktör olduğunu itiraf eden yazarın uzun romanlarından biri Japon kadınları hakkındayken bir diğeri ise savaş sonrası Japonyasında geçmektedir. Ama Ishiguro, salt Japonya ile ilgili tema ve ayarlara bağlı kalmaz. Kültürel geçmişinin bilincinde olmakla birlikte, insanlar arasındaki ulusal veya ırksal farklılıklara odaklanmak yerine, insanların evrensel niteliklerinin ne olduğunu ortak bulmaya çalışır. Örneğin distopik ve bilim-kurgusal bir boyutu olan romanı “Beni Asla Bırakma”da 70’lerin ve 80’lerin -kendi gençliğinin İngiltere’sinin İngiltere’sinde gerçekleşen romanı hep kurguladığını belirtir. Hatta bunu “İngiltere’yi bulutlu bir günde, düz çıplak alanlarda, zayıf güneş ışığında, sokaklarda, terkedilmiş çiftliklerde, boş yollarda gördüm. Kathy’nin ufak bir güneş ve canlılık yaratabileceği çocukluk anılarının dışında, bir İngiltere’yi belirli uzak kırsal bölgelerle ve yarı unutulmuş sahil kentleriyle birleştiğim keskin ve soğuk güzelliklerle boyamak istedim” sözleriyle ifade eder.

  Ishiguro, okurları öykülerinin derinliklerine, yazdığı nefret tarzıyla yönlendiren ve pek çok politik açıklama yapmayan bir yazar olarak bilinir. Ancak 2016’da, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nin ulusunda ciddi bir bölünmeye neden olabilecek bir hamle olarak ayrılma kararı olan Brexit’i eleştiren bir makale yazmıştır ki sonradan vatandaşlığını aldığı ülkenin ırkçı yönelimle hareket ettiği bir adımda olabildiğince buna ne kadar karşı olduğunu göstermiştir.

  20.yy’da Ishiguro’nun yerleşik bir uluslararası yazar olarak tanınmaya başlamasıyla birlikte, Asya ve Afrika’daki pek çok yazar, küreselleşmeyi hızlandırma fonuna karşı kendi ülkelerinin ötesinde nüfuz alanlarını genişletti. Bu tür uluslararası yazarların eserleri, milliyeti olmayan “dünya edebiyatı” olarak adlandırılmaktadır. Dünyadaki pek çok okuyucu, milliyetlerine ve etnik kökenlerine çok fazla önem vermeden, bu yazarların eserlerini basitçe ve kayıtsız bir şekilde değerlendirmektedir. Hala keskin ırk ve dinsel çatışmalardan muzdarip bir dünyada, bu eğilim bir umut ışığı sunmaktadır.

Yarı İngiliz, yarı Japon olmasının eserleri üzerindeki ilhamı sorulduğunda şöyle açıklıyor Ishiguro: “Bana gelen her şeyin bir kitap nasıl yazabileceğimi şekillendirdiğini düşünüyorum, ama her zaman benim için bir fikrin başlangıcı, iki veya üç cümlede oldukça basit bir şekilde ifade edilebilen bir şeydir. Bir defter tutuyorum ve 1979’dan beri bir defter tuttum, aynı değil ama aslında, biraz bunaltıcıyım, sadece iki tane var, oldukça küçükler, bu yüzden içlerinde çok fazla fikrim var. Bazen hikayeler için harika fikirler olabilecek fikirlerim var, ama bence bu başka biri için olmalı, sadece benim için değil. Ama bazen bir fikre tanık olur ve “Oh, benim topraklarımdadır” diye düşünürüm. Bu, “Haruki-san (yazar arkadaşı Haruki Murakami’den bahsediyor) benim tuvalimin bir parçası” dır. O zaman bunu yazacağım ve bunun hakkında düşüneceğimdir. Her zaman çok basit bir şekilde ifade edilebilen bir fikirden başlıyorum ama sadece iki veya üç cümle içinde baktığımda basit cümleler, gerginlik, duygu ve potansiyel ile dolu olması gerektiği fikri olması gerektiğini düşünüyorum. Gebe olmalı kitap, eğer büyük bir hikaye istersen ve sonra evet düşünürsem, bu bir roman olabilir. Ama bu fikirleri bulmak benim için çok sıra dışı ve bu yüzden hayatımda çok fazla kitap yazmamıştım”.

  1980ler İngilteresinde tipik Japon anne-baba tarafından yetiştirilmesini eserlerindeki anlatım tarzlarında daima büyük rol oynadığını belirten Ishiguro;

  “Sanırım ailem tarafından yetiştirilmem bugün bir yazar olmam adına oldukça önemli. Yazdıklarımdan değil, bir yazar haline geldiğimden dolayı, ebeveynimin planının bir ya da iki yıl sonra Japonya’ya dönmesiydi. Beş yaşındaydım, Nagazaki’den İngiltere’ye gittim ve her yıl geri dönmeyi planlıyorduk, bu yüzden gerçekten göçmen olmadık. Bizler ziyaretçiydik, bu yüzden ailem her zaman Batılı insanlara, İngiliz halkına garip bir ülkedeki bir tür yerlilere baktı. Her zaman bu yerlilerin geleneklerine saygılı olmayı öğrendim ama mutlaka bunları benimsemeyi beklemiyordum. Yetişkinlere karşı nasıl davrandığın gibi çok küçük şeyleri bile. Özellikle o günlerde, bir Japon çocuk neredeyse her şeyden kurtulabilirdi. İngiliz standartlarına göre yanlış davranış olarak adlandırılacaktı. Japon çocuklar çok açık ve güçlü olabilirler, ancak İngiltere’de o zamanlar tam tersiydi, çocukların çok sessiz olmaları gerekiyordu. Örneğin benim küçük dünyamda evimizde nasıl davranmam gerektiği, Japonca konuşmam ve dışarıda nasıl davranmam gerektiği arasında büyük bir fark vardı. Her zaman iki farklı sosyal norm olduğunu anladım ve bu şekilde büyüdüm. Genelde İngilizleri uzaktan görür ve izleriz. Bu toplumda mutlak haklı ve yanlış olmayan şeylere değil, bu ülkenin gelenek ve geleneklerine baktığımızda ise gerçekten yakından görmüş oluruz. Ayrıca, Japon geçmişimden dolayı, Japonca olan herhangi bir şeylerden, özellikle de Japon filmlerinden her zaman çok etkilendim. Bugün bile 1950’lerde yapılmış olan Japon filmleriyle özel bir ilişkim var, çünkü onlar bana erken çocukluk anılarımı geri getiriyorlar. Bazı yönlerden, ailem 1960’da Japonya’yı terk ettiğinden, benim miras aldığım Japonya versiyonu belki de bilmediğiniz bir Japonya. İşler çok değişti. Ozu ya da Naruse gibi yönetmenlerin filmlerini gördüğümde, İngiltere’de anne ve babamla yaşadığım hayata çok yakın bir şey olduğunu hissediyorum. Bu benim ailemin hayatıydı”.

  Ve devam ediyor sözlerine:

  “Şimdi Japonya’dan geldiğimi her defasında düşünmek zorunda mısınız? Ve bu, İngiltere’de bir çocuk olarak ilk geldiğim zaman, Japonların bugünden daha egzotik olduğu zamanki büyük bir değişiklikti. Ve sonra Japonya’nın bir tür ekonomik mucize ülke olarak tanımlandığı dönem vardı – tüm bu araçlar ve harika cihazlar Japonya’dan geldi. Ama şimdi, Batı’da Japonya’nın nasıl algılandığını neredeyse bir kültürel güç olarak görüyorum. Bunun için Japonya ile gurur duyuyorum. Hayatımda, Batı’da yaşamak, İkinci Dünya Savaşı’nda düşman ülkesinden gelen birinden, televizyon, kamera ve araçların geldiği ülkeye, Haruki Murakami’nin ve kesin bir ülkenin olduğu bir ülkeye gittim.. Bu ilerleme ile gurur duyuyorum. Ve sanırım bu Japonya’nın da gurur duyması gereken bir şey”.

  Sonuç olarak, dünya edebiyatına Japonya veya İngiltere vatandaşlığı tartışılan Ishiguro’nun yine kendi yazdığı romanlarındaki tüm hayatlar, yanlış anlaşılmalar, yanlış umut ve zalim kurallar tarafından belirlenir ve mahvedilir. Karakterler, tarihi olayları anladıkları yanılsamasından muzdariptir. Ve her yerde, sakin, hatta hoş bir yüzeyin altında, sessiz ve şiddetli bir sistem vardır. Özlem vardır, acı vardır. Ve yine tüm bunları ifade etmek için birkaç yol vardır. Ancak tüm bu karakterler sonunda “tamamen insan” olduğu gibi kalır. Ishiguro, duygusal yumuşatıcıları rahatsız eden basit pürüzsüz metinlerin altında bir “kayıp şairi” ve dünya edebiyatına mensup bir romancıdır. Romanı yazdığı ülke sınırları göz etmeksizin. Çünkü edebiyattır uzakları yakın, imkansızı olanaklı kılan.

 

– Kübra BODUR

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: