Atının üzerinde kasabaya girdi, etrafı ona merak ve korku ile bakan gözlerle doluydu. Barın önüne gelip atından indi. Etrafını şöyle bir süzüp, atını yalağa bağladı. İçeri girdiğinde birden herkes ona meraklı gözlerle bakmaya başlamıştı. Barda, poker oynayan birkaç adam, bir piyanist, barmen ve dans eden birkaç kadından başka kimse yoktu. Ona böyle bakılmasına alışkındı. Yıllardır gezdiği kasabalarda yaşadığı bu olay, artık ona sıradan geliyordu. Etrafı şöyle bir süzdükten sonra barmene doğru ilerledi ve “Hey barmen bana bir bardak viski, iki buzlu olsun.” Barmen başıyla onayladıktan sonra, John arkasını dönüp etrafına bakınmaya başladı. Barmen ona viskini getirdi. John yüzünü barmene döndü, ona soracakları vardı. Viskisinden henüz bir yudum almıştı ki, göğsünde koyu sarı ve parlak bir yıldızı olan,büyükçe şapkalı bir adam önde, iki adam arkasında içeri daldılar. John, “Bu işler için artık fazla yaşlıyım.” Diye içinden geçirdi. Elindeki viski bardağını masaya bırakırken, şerif ona seslendi. “Yolun sonundasın John. Yoksa sana Gölge John mu demeliyim? Bir korkak gibi kaçtığın için bu adı aldın değil mi?” arkasındaki adamlar kahkaha atıyordu. Barmen hariç herkes kaçmış, barmende barın arkasına saklanmıştı. John viskinin ücretini bırakıp bir yudum daha aldı ve yüzünü adamlara döndü. “Madem öyle düşünüyorsunuz, ne bekliyorsunuz?” Silahına davrandı ve arkadaki iki adamı vurdu. Şerif ne olduğunu bile anlayamamıştı. “Benim bir korkak olduğumu söylüyorsun, gel meydanda düello yapalım ve sende beni vurup kahraman ol. Ne dersin şerif?” Şerif biraz korkmuştu ama elindeki tüfek onu hiç yarı yolda bırakmamıştı. Hem ona boşuna mı ‘Şanslı Jack’ diyorlardı? Bir serseriden korkacak değildi ya? “Tamam serseri, hadi dışarı gel de, senin işini bitireyim.” John viskisinden son yudumu da alıp, adamın arkasından dışarı çıktı. Herkes evlerine kaçmış, kapılarını camlarını kapamış ve aralıktan olan biteni izlemeye çalışıyordu. Kasaba halkı, şerifin kazanacağından emindi. O hiçbir düelloyu kaybetmezdi. Şerif Jack, John’a göre daha genç ama en az onun kadar yetenekliydi. John ise gölge kadar hızlı ve yıllardır vurduğu adamların ardından, soğukkanlılığını çok kolay sağlayabilir olmuştu. Çok uzun yıllardır kaçıyordu ve şeriflerle başı dertteydi. Jack tüfeğini bir kenara attı, adil bir düello olmasını istemişti. Elini beli hizasına götürdü. İkisi de birbirlerini süzüyordu,  hiç çıt çıkarmıyor, önce rakibinin silahına davranmasını bekliyorlardı. Yaklaşık 30 saniye bu durum böyle sürdü. Sonunda şerif elini silahına götürdü. Daha o silahını çekemeden John silahını belinden çıkarmış ona doğrultmuştu. Bir el silah sesi duyuldu. Şerif göğsünden vurulmuş ve yere yıkılmıştı. John lakabını hızından alırdı, gölge kadar hızlıydı. “O tüfeği atmayacaktın çocuk, huzur içinde yat.” Dedi ve ona doğru yürüdü. Şerifin göğsündeki rozetini söküp, atına yöneldi. Atının eyerindeki torbayı aldı, açtı ve içine rozeti attı. Bu doksan dokuzuncu rozetti, her vurduğu şerifin rozetini alırdı. Her bir rozetin onu ölüme götürdüğüne inanırdı. İlk şerifi vurduğunda henüz 14 yaşında bir çocuktu, yaşlı şerifi gafil avlamıştı. Şerifin kasabalıya yaptıkları, bankadan aşırdığı paralar, abisinin sinirine dokunmuş, şerifi düelloya davet etmişti. Abisi Martin, çok iyi olmasa da silah kullanmayı bilirdi. John, Martin’in ölümünden korkmuş, babasının silahını çalıp, düello sırasında şerifi sırtından vurmuştu. Abisi onu da yanına alıp kaçmak zorunda kalmıştı. Şerifin adamları peşlerine düşmüş, Martin’i yaralamışlardı. Martin ikisini vurunca sonuncusu kaçmış, böylece adamları atlatmışlardı. O gece Martin ateşi çıkmış, John’a asla geri dönmemesini söylemiş, silahını, atını ve son parasını John’a verip ölmüştü. O günden beri kaçak yaşardı John. Abisinden kalan para onu ancak birkaç gün idare etmişti. Sonrasında aç, susuz ve başıboş gezerken, Gringo ve adamları onu bulmuş, yanlarına alıp beslemiş ve silahşor yapmışlardı. Birkaç yıl aldığı eğitim sonunda oda çete ile soygun yapar, pay alır olmuştu. 4 yıl soygunculuk yapabildikten sonra Gringo yakalanmış ve hapse atılmış, sonrasında çete dağılmıştı. O zamana kadar ünü az çok yayılmış ve 30 şerifi çoktan vurmuştu. Her vurduğu şeriften sonra artık onun için gitme zamanıydı. “Yine gitme zamanı dostum.” Dedi atına ve torbayı yerine koyup bir hamlede sırtına atladı. O yola koyulurken şerifin ölçülerini almak için tabutçu çoktan gelmişti bile. Arkasına bile bakmadan atını sürdü. Yine bir bilinmez onu bekliyordu. Bu sefer kimi vurması gerekecekti? Kaç kişi daha onu öldürmek isteyecekti? Peki ya ölüm, ona ne zaman gelecekti? Bu sorular onun aklını meşgul ediyordu. Uzun zamandır evine gitmemişti. Acaba Mary onu hala bekliyor muydu? Peki ya ailesi? Onu tanırlar mıydı? John onların yüzlerini git gide daha da zor anımsar olmuştu ama ilk vurduğu adamı hiç unutamıyordu.  “Artık çok yaşlandım.” Diye mırıldandı. Yaşı 35 olacaktı neredeyse, yüzüne bakan biri onun en azından 40 yaşında olduğunu düşünürdü. Yıllar ona iyi davranmamıştı. Kirli sakalı, uzun saçları onu olduğundan yaşlı gösteriyordu. Kıyafetleri de pek yeni sayılmazdı. Bu düşünceler içinde ilerlerken güneşin batmakta olduğunu ve kasabadan çok uzaklaşmış olduğunu fark etti. Artık tehlike geçmişti, şimdilik. Atını bir kayaya bağladı ve biraz çalı çırpı toplayıp, ateş yaktı. Yanındaki romdan birkaç yudum çektikten sonra sızıp kalmıştı. Sabah olup uyandığında etrafına bakındı. Her şeyi yerli yerinde duruyordu. Atını okşadı ve eyerinden biraz peksimet aldı. Bu şeyden nefret ederdi. Taş gibiydi ama çok dayanıklıydı ve onu tok tutuyordu. Zaten pekte bir seçeneği yoktu. Yakında küçük bir kasaba olduğunu biliyordu. Bir sorun çıkmamasını umarak oraya yöneldi. Birkaç saat sonra kasabaya varmıştı. Yine kasabaya girdiğinde ona bakıyorlardı, bazıları onu tanımıştı bile. İlanlarının birkaç yerde asılı olduğunu gördü. “Gölge John, ölü ya da diri getirene 2000$” iç çekti ve yoluna devam etti. Atını yine bir yalağa bağlayıp orada durup ona merakla bakan çocuğa, atına saman vermesini söyledi ve çocuğa bir 20’lik verdi. Çocuk çok sevinmişti ve hemen koşarak gitti. Çocuğun arkasından bir süre baktı, kendi çocukluğunu anımsadı. Çocuk gözden kaybolunca bardan içeri girdi. Burada poker oynayan dört adam vardı. Bara ilerledi ve bir tabureye oturdu. Barmen ona baktı ve “Viski, iki buzlu değil mi?” diye sordu. Kafasını salladı ve yiyecek bir şeylerde vermesini söyledi. Adamlar pokere devam ederken, bir tanesi ona seslendi. “Gölge John varlığıyla bizi onurlandırdı. Bu şerefi neye borçluyuz? Yoksa buranın şerifini de mi vuracaksın?” John bu adamı inceledi ve “Hayır, böyle bir planım yok. Atımı ve karnımı doyurup buradan gitmeyi planlıyorum. Sorun istemiyorum ihtiyar.” Yaşlı adam bir kahkaha attı ve “ Bende istemiyorum. Seninle düello yapacak kadar da aptal değilim. Yaşlı olabilirim ama bir aptal, asla bir aptal değilim bayım.” John onun rozetini gördü ve gülümsedi. Başını salladı ve memnuniyetini belirten bir gülümsemeyle içkisinden bir yudum aldı. Yemeği bitince hesabı ödemek istedi. “Bu benden olsun.” Dedi şerif. “Beni vurmadığın için.” ve güldü. John’da ona gülümseyip başıyla onayladı. Taburesinden kalkınca, şerif ona atına kadar eşlik etti. Atının sırtına atlayıp yavaş yavaş oradan uzaklaşırken, dönüp şerife son bir selam verdi. İlk kez bir şerifle karşılaşmış ve onu vurması gerekmemişti. Bir şerifi öldürmemiş olmak ona çok garip gelmişti. İçinde garip bir sıcaklık vardı. Uzun zamandır, böyle bir şey hissetmemişti. Kimse onu sevmez, gördüğünde ya silahını çeker ya da kaçardı. Onu kimsenin sevmediğini düşünürdü. O da kimseyi sevmezdi zaten, Mary hariç. Birden sevgilisini özlediğini fark etti. İçini saran sıcaklık yerini bir hüzün ve kırgınlık dalgasına bırakmıştı. Mary’i görmeye gitmeyi düşündü. Belki onun kasabasındaki şerifte ona anlayışlı davranır, bir seferliğine onu görmezden gelirdi? Bu düşünceye inanmış –ya da inanmak istemiş- ve evine doğru yola koyulmuştu. Evine çok uzakta olmadığını biliyordu. Eğer atını hızla sürerse yarın evinde olabilirdi ve bu hayal ile atını dörtnala sürmeye başladı. Evine çok yakın bir su kaynağında durup atını suladı, matarasını doldurdu. Ah güzel Mary, onun beyaz teni, yeşil gözleri ve sarı bukle bukle saçları. Onun o güzel, bülbülleri kıskandıran sesi. Marry’nin bazen uzaklara dalıp şarkı söylediğini anımsadı John. Düşününce bile kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. John geceyi burada geçirecek yarın evine, doğduğu kasabaya girecekti. Bu hayallerle topladığı çalı çırpıyı yaktı ve son kalan romunu yudumlamaya başladı. Romdan nefret ederdi ama onu böyle soğuk gecelerde rom sıcak tutardı, bu yüzden içerdi. Ama bu hayaller onu daha sıcak tutuyordu. Son kalan romunu da içip sızdı. Sabah erkenden kalkmış hatta yıkanmıştı bile. Artık hazır olduğunu düşündü ve yavaşça kasabaya doğru ilerledi. Kasabaya girdiğinde yine aynı bakışlar vardı. İnsanlar onu tanıyordu ama Gölge John olarak. Her zaman yaptığı gibi atını yalağa bağladı ve bara girdi. Viskisini istedi ve etrafa bakınmaya başladı. Viskisi gelince barmene sorular sordu. “Burada Mary adında bir kız vardı sarı saçlı, onu tanıyor musun?” Barmen ona dikkatlice bakarak, “Neden soruyorsun?” dedi. Barmen ona, “O bizim şerifimiz olur. Senin gibi kaçakları pek sevmez.” Dedi. John şaşkınlığını gizleyememişti. Ailesini bile sormak aklına gelmemişti. Mary onun burada olduğunu öğrenip, onu düelloya davet etmeden ya da onu vurmadan oradan uzaklaşmak istemişti. Tam ayağa kalktığında tanıdık bir kadın sesi duydu. “Vay vay vay, kasabamızı kimler şereflendiriyor, Gölge John demek.” Bu ses Marry’nin sesiydi. Yıllar önce ona şarkı söyleyen bu hoş ses, şimdi onun ölüm habercisiydi. John arkasını döndü ve onun yüzüne baktı, teni hala bembeyaz, gözleri yeşil yeşil parlıyor ve saçları eskisinden daha güzel görünüyordu. “Seni birine benzetiyorum John, yıllar önce eski şerifi vuran bir çocuğu hatırlattın bana.” John konuşamıyordu. Mary onun yanına oturup barmene parmağıyla işaret edip, “Aynısından Bill.” Dedi. Barmen ona da bir viski verdi ve kız anlatmaya devam etti, “O çocuğu çok severdim, yıllarca dönmesi için tanrıya yalvardım. Dönmedi. Belki de çoktan ölmüştür ha Gölge, sen ne dersin?” John kızın yüzüne boş bir ifadeyle bakıyordu. “Belki de ölmüştür bayan, kim bilir.” Diyerek onayladı. Kız onun yıllar önce giden sevgilisi olduğunu anlamıştı ama itiraf bekliyordu. Belki de yıllar John’un kalbini taşlaştırmasa, çoktan ona sarılıp ağlardı. Mary’de ona sarılmak istiyordu ama hâlâ onun sevdiği adam olup olmadığını bilmiyordu. İçkilerini içtiler ve Mary, “Ödemeyi hayatta kalan yapsın Gölge.” Dedi. Ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. “Öylece gitmene izin vereceğimi düşünmedin değil mi?” dedi. John bunun olmasından korkuyordu. Ne yapmalıydı? Onu vuramazdı ama vurmazsa Mary onu vuracaktı. Mary de onu vurmak istemiyordu, ancak çaresizdi. Sonuçta John bir kanun kaçağı, Mary’de şerifti. Meydan da karşı karşıya geldiler, birkaç dakika bakıştılar. “Son sözlerin nedir kovboy?” dedi Mary. “Hala hatırladığım kadar güzelsin.” Dedi John. “Neden kaçtın John? Neden geri gelmedin?” John tam konuşacakken, “Bunları konuşmak için çok geç.” Dedi Mary. Elini beline götürdü ve John’u bekledi. John da elini beline götürdü, elleri titriyordu. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Kızın silahını çektiğini gördü ve oda silahını çekti silahını ona doğrulttu. Aynı anda birbirlerine ateş ettiler. İkisi de birbirini vurmuştu. “Mary!” diye inledi John ama kız çoktan ölmüştü. John için yolun sonuydu. Tüm hayatı gözü önünden geçiyordu, vurduğu her adamın yüzü ve ölüm anını gördü. 99 adam ve sevdiği kadını vurmuştu. Mary’nin ona seslendiğini duydu ve ona doğru ilerledi. “Artık hep bir arada olabiliriz John.” Tabutu için ölçüsü alındı, ücreti karşılayacak kadar parası olmadığından, atının eyerindeki torbaya baktılar ve rozetlerle dolu olduğunu gördüler. Mary’nin de rozetini bu torbaya koyup John ile gömdüler. İşte bu Gölge John’un hikâyesi…

 

– Ali GENÇTANIRIM

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: