Kalın yorganımla örtülmüş soğuk yatağımın içinde uyanmamak için çabalarken altın sarısı ve siyahın muhteşem uyumuyla harmanlanmış telefon kabımla uzun süreli ilişki yaşayan telefonumun küçük ekranında pazar sabahı geleneği haline gelen sosyal medya turuna çoktan başlamış, benim gibi sıcak yatağın mayhoşluğunda saklanmaktansa hayatın acımasız soğuğunda maceralara atılmış insanların özel anlarına mavi ekranlı davetiyemle itinayla katılıyor, sosyalliğin içini dışını kurcalıyor, küfür ediyor, ayıplıyor ancak beğenmeden de edemiyordum.
Çift kişilik dev yatağımın hakkını vermek için bir sağa bir sola dönerken beyaz çarşafımın buruşup toplanması hiç mi hiç umurumda olmuyordu. Kirli beyaz duvarlarımın üzerinden bana somurtan tablolarımla göz göze geldikçe sigara dumanının sarılığını üzerine almış çiçek işlemeli beyazımsı perdenin arkasında saklanmış tozlu camın aralığından gelen hayatın bağırışlarını daha net duyuyordum. Amansızca gezilere çıktığım telefonumla samimi bağımı bir kenara bırakıp rüyalar âlemine dalmak üzereyken gözlerimin önüne serilen dehşet tablosu yorgun kalbimi o an için durdurmuştu. Dingin denizi sinirlendiren kara bulutlar köprünün ucunda bekleyen korku dolu adama yaklaşmaya çalışıyordu. Umarsız insanlar saklanan kıyametten habersiz doğanın güzelliği içinde kaybolurken önemsiz hayatlarına devam etme teşebbüsünde bulunuyordu. Ruhumun derinliklerinde bekleyen ölüm arzusu, zehir olmuş bedenimin içinde çığlıklar atıyordu. Küçük ekranı avucumun içinde paramparça etmek istesem de güçsüz kollarım buna izin vermiyordu. Gözümdeki yaşlar, kanayan kulaklarımın acısı uğruna akıyordu. İçimde yankılanan sesler zihnimi kışkırtıyor, uzaktaki gemilerin yok olması için tanrıya yalvarıyordum. Sanatın kollarında ağırlaşan bedenim çaresiz ruhumu şeytanın inine gönderiyordu. Sessizce kıyametimin tadını çıkarıyordum.
Aydınlığıyla cennetin tasvirini yansıtan huzur dolu odada gözlerimi açmıştım. Beyaz duvarlar odamın kirinden arınmış kararlı biçimde dikilmeye devam ediyordu. Hafızamı karıştıran olaylar dizisinin içine girmek istesem de kilitli kapıların anahtarını bir türlü bulamıyordum. Hayatımın en zorlu yalnızlık serüveninde, tanrının lütfuyla atıldığım hastane odasından kurtulmak için tüm sorularımdan vazgeçmeye ve yıllardır uzak kaldığım tozlu kütüphaneme kavuşmaya hazırdım. O korkunç resme bakmamaya yemin ederken dışarıdan gelen sesleri gittikçe anımsıyordum. Gülümseyen tablolarımla göz göze geldiğimde sevgili odamın kalbinde olduğumu anlamıştım. Huzurlu sabahın ışığında, kuş seslerinin muhteşem ezgileri Mozart’ı kalbimin derinliklerinden alıp gözlerimin önüne seriyordu. Güneşli pazar sabahında sanatla barışmama vesile olan bağımlılığımı bir kenara bırakmış, raflarımda dizili kitaplarımın kokusunu içime çekmeye başlamıştım. Kaç zamandır hasretini çektiğim James Joyce’yi bir nefeste bitirmek üzere sıcak yatağıma kurulurken monoton hayatımın gölgesinden ayrılıp yeni maceralara yelken açmak üzere çoktan yola koyulmuştum.
– Hasan SEZER