On iki yaşındaydım. Karşı dairemizde üniversite öğrencisi bir kız otururdu, adı Fikize. Sürekli bakımlı, sürekli telaşlı ve sürekli güzel kokardı. İnce uzun parmakları, simsiyah ojeleri, kocaman memeleri, bembeyaz teni ve topuklularının apartmanda çıkarttığı yankılarla kısa zamanda kafamın içinde önce maddeye, daha sonra ufak çaplı bir galaksiye dönüşmüştü. Parfümü apartmana öyle bir sinerdi ki hala o kokuyu duyduğumda ansızın binlerce hatıra yığını zihnime hücum eder, göğsümün ortasında birileri sanki hala havai fişekler patlatır. Her neyse… Arada bir asansörde denk gelirdik. Bazen başımı okşar, bazen makas alır, bazen de siyah uzun saçlarıyla yüzümü yalardı. Kendisini tanımadan önce cinselliği hayal dahi etsem burnuma hormon ve enzim kokuları gelirdi hâlbuki. Kadınlar nazarımda bir nevi kalsiyum, oksitlenmiş besin, karbonhidrat, su ve moleküller toplamıyken hayatımın tek odak noktası haline gelmişlerdi sayesinde.

 

 

 

Sancılı bir geçiş dönemiydi. Süper Mario’dan Mortal Kombat’a, önlükten kravata, oyuncaklardan mastürbasyona doğru ani bir geçiş yapmıştım. Fakat eski alışkanlıklardan kurtulmak öyle kolay değildi. Arada bir canım hala oyuncaklarla oynamak istese de artık bunu gizli saklı yapmak gerekir olmuştu. Belki yazılı bir kural değildi fakat bir şekilde permatik kullanmaya başladıysan artık oyuncaklarla oynamak utanç verici bir meşgaleydi. Hiçbiri söylemese de biliyordum ki aynı dönem akranlarım bir yerlerde hala araba yarıştırıyor, robot dövüştürüyor, zulalarından türlü oyuncaklarını gün yüzüne çıkartıp bir yerlerde gizli saklı oynamaya devam ediyorlardı. Hatta bence birçoğunu hala anneleri yıkıyordu.

 

Çizgi filmlerinde eski tadı kalmamıştı artık. Hafta sonları sabahın yedisinde uyanmıyordum eskisi gibi, onu-on biri buluyordu. Zaten sabah kuşağını kadın programları istila eder olmuştu yavaş yavaş. Tek tük çizgi film kalmıştı televizyonda. Sırf bu yüzden Esra Ceyhan’dan hala nefret ederim. İlk o başlatmıştı çünkü bu istilayı. Amına kodumu karısı!

 

Karşı daireye giren çıkanda belli olmuyordu. Uzun saçlı, uzun sakallı ve nedense hep siyah deri montlu, tekinsiz tiplerdi misafirleri. Kapı deliğinden dikizlerdim. Annem arada bir börek falan yaptığında “Kıza da verelim.” derdi babama “Kokmuştur. Günah olur.” Babam her defasında “Manyak lan bu karı.” derdi bana bakarak “Valla manyak. Len sen karnını bi doyur bakam. Sonra düşün el âlemi!”

 

Babamın rızası olmasa da annemi bir şekilde ikna eder, tabağı kaptığım gibi soluğu Fikize’nin kapısında alırdım. Zile basmadan önce bir süre kapıyı dinlerdim. Sürekli kahkaha sesleri gelirdi. Evdeki zibidilerden daha çok bu gülüşmeler sinirimi bozardı. On iki yaşında olmama rağmen ben bile o volümde yılda ancak birkaç kez gülebilirken bu eşek kadar adamların neye bu kadar güldüğünü hiç anlayamazdım. Çok sonraları anlamıştım ama bunun sebebini. Böyle kızlı-erkekli kalabalık ev ortamlarında en ufak bir espriye bok varmış gibi gülmen gerekiyordu ki gecenin ilerleyen saatlerinde gerçekleşecek muhtemel sırnaşmalar çok daha makul görünsün.

 

Yine böyle bir gecede içinde onlarca sigara böreğinin olduğu bir tabakla Fikize’nin kapısına dayanmış, her zamanki gibi bir süre kapıyı dinledikten sonra da zile basmıştım. İçeride kopan kahkahalar aniden fısıltılara bırakmıştı yerini. Her ihtimale karşı etrafa biraz çeki düzen verme ihtiyacı hissetmiş olacaklardı ki herhalde kapı normalden biraz geç açılmıştı. Her zaman kendisi açardı kapıyı. O gecede de siyah tayt üzerine giydiği beyaz tişörtüyle zebra gibi belirmişti kapının eşiğinde. Çoğu zaman yerinde bile kullanmayı beceremediğim basmakalıp birkaç giriş cümlesi de yine aklımdan çıkıvermişti o an heyecandan. Neyse ki elimdeki tabağı görünce vaziyeti anlamış ve hemen akabinde üzerine basa basa  “Aaaa! Yine mi börek yaptınız? Sen mi yaptırıyorsun her gün annene bu börekleri bakayım?” deyip usulca yanağımdan bir makas almıştı. Bense hiçbir şey diyememiş, başımı eğip aptal bir gülümsemeyle iktifa etmiştim. “Annene çok teşekkür ettiğimi söyle.” demişti kapıyı kapatırken.  Bir ara bende sana bir sigara böreği yapayım, bakalım benimkini de beğenecek misin?” Kapının kapanmasına ramak kala o ufacık aralıktan göz kırpmasına benzer bir ifadeyle göğsümde üç gün yetecek bir kalp sancısı bırakmayı da ihmal etmemişti sağ olsun.

 

Genelde en fazla ağzının kenarıyla kuru bir teşekkür eder, ardından da kapatırdı kapısını. Ama o gece hem börek yapma sözü vermiş hem de tüm işvesiyle bir göz kırpmıştı. O an bunun nedenini anlayamamıştım. Eve döndüğümde herhalde saçlarımı her zamankinden daha iyi taradığım için böyle oldu diye düşünmüş, keyiflenmiştim hiç yoktan.

 

Ama maalesef o söz verdiği sigara böreğini hiçbir zaman yapmadı kahpe. Aylarca apartmana yayılan her kızartma kokusunda ümitlenmiştim hâlbuki. Her kapı çalındığında belki bu kez odur deyip kapıya koşmuştum. Hatta sırf bu yüzden annemin çat kapı, ansızın gelen ihtiyar komşularına ifrit olmaya başlamıştım. Tabi ki börek falan umurumda değildi. Tek maksadım ben biraz daha büyüyünceye kadar aramızdaki ilişkiyi bu tip türlü bahanelerle olabildiğince sıcak tutabilmekti. Evet, bu derece ince düşünüyordum.

 

Çok sık banyo yapar olmuştum. Bu ani değişikliğin ev halkı tarafından fark ediliyor olmasının verdiği o mahcubiyet hissini en yoğun yaşadığım dönemlerdi. Ayrıca şofben tüplü, babam da olabildiğine cimriydi. Emekli olduktan sonra kafayı ev işleriyle bozmuştu zaten. Kaçta yatılacak, kaçta kalkılacak, banyoda kaç dakika durulacak, kaç ekmek alınacak… Her şeyin hesabını kendisi tutuyordu artık. Akranları gibi ne camiye gidiyor ne de parklarda pinekliyordu. Olmadık yerde unutulmuş, terkedilmiş bir bavul gibi salonun ortasında bütün gün oturup tasarruf planları yapıyordu. Eskiden böyle değildi ama. Hiç kimsenin dinlemediğini düşündüğüm o çok sevdiği şarkıları ve futbol dışında hiçbir şeyle ilgilenmezdi ne güzel. Gerçi hiçbir maçı da tamamlayamazdı doğru dürüst. Ne zaman bir maç izlesek, maçı bırakır yetmişlerin Ajax’ından bahsetmeye başlardı “Curuf vardı.” derdi  “Curuf. (Johan Cruyff) Adamda soba gibi bacak vardı yemin ediyom. Mermi gibi şut çekerdi. Ama hepsi öküz gibiydi adamların o zaman. Şimdi bu ne len! Top mu oynuyo len bunlar? Takımın isminde bile hayat yok. Fildişi mi fil siki mi ne o ya? İlk defa duyuyom ha!”

Neyse ki o dönem büyük abimin düğün masrafları çığırından çıkmıştı da benim banyoda geçirdiğim vakit zamanla gözüne pek batmaz olmuştu.

 

Hayalperestliğin sınırlarını zorladığım dönemlerdi ayrıca. Dünyayı kurtarmadan uyuyamıyordum o zamanlar. Bir gün zamanı durduruyor, bir gün görünmez oluyor, bir gün kurşungeçirmez oluyor ama her gece bir şekilde kurtarıyordum dünyayı kötü birilerinden. Ama ne zaman o karşı daireye taşındı bıraktım dünyayı kurtarmayı. Artık her gece onu düşünüyordum. Bazı geceler hırsızlardan kurtarıyordum onu, bazen enkaz altından çıkartıyordum,  bazen rengârenk bir sıcak hava balonuyla semalardan semalara yol alıyor, bazen de uçan bir gondolun içinde galaksiler arası seyahat ediyorduk birlikte. Tabi ki bunca cengâverliğin ve fantezinin bir mükâfatı olarak da sonunda küçük bir öpücüğü hak ediyor, ardından da sevişmeye koyuluyorduk. Ama tabi bu boş hayaller de bir yere kadardı. Zamanla tıpkı oyuncaklardan, çizgi filmlerden ve Süper Mario’dan sıkıldığım gibi bu aptal fantezilerden de sıkılmaya başlamıştım. Ayrıca hayata dair bir şeyler yapmadıkça da içimden bir şeyler kopuyordu sanki günbegün.  Artık elle tutulur, gözle görülür bir şeyler yapmanın zamanı gelmişti. Günlerce süren derin mülahazaların ve beyin fırtınalarının ardından aklıma mantıklı bir şeyler gelmeye başlamıştı.

Bir gece anneme “Bi ara sigara böreği yapsana.” dedim. “Fikize’yi de yemeğe davet edelim.”

”Nerden çıktı şimdi bu?”

“Yapar mısın bu güzelliği?”

“Niye taktın kafaya sen bu kızı böyle ya?”

“Ne takması ya! Sevap olur.”

“Baban kızar oğlum.”

“Bir iki saatliğine yollayamaz mısın bi yere?”

“Valla hiç uğraşamam.”

 

Bir iki hafta kafasının etini yedikten sonra ikna etmeyi başarmıştım annemi. Tüm organizasyonu da kendisi halledivermişti sağ olsun. Ve bir cuma gecesi Fikize bizi kırmamış, koyu mavi bir kot pantolon ve üzerine giydiği dar siyah bir tişörtle icabet etmişti davetimize. Evde sadece o, ben ve annem vardık. İlk önce mutfağa geçtik. Kocaman bir tabağın içinde onlarca sigara böreği yemek masasının tam göbeğinde bütün ihtişamıyla öylece duruyordu. Ama Fikize oralı bile olmadı. Ne sigara böreğinin nede benim yüzüme bile bakmadı o an. Annemle muhabbet ede ede çorbasını içti, yemeğini yedi, üstüne de utanmadan iki üç tane sigara böreği gömdü. Bana verdiği sözü unuttu herhalde diye geçirdim içimden. Allıkla kırmızıya boyadığı yanaklarına dikkatlice baktım. Ekstra hiçbir kızarma belirtisi yoktu. Açıkçası ben böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Şahsen ben böreği gördüğü an utancından ağlayarak evine gider ya da en azından kendisini bağışlatmak adına yanağıma ufak bir öpücük kondurur diye bekliyordum.

 

Yemekleri yedikten sonra hiçbir şey olmamış gibi annemle beraber salona geçtiler. Ben de hemen karşılarına oturdum. Annemle öyle koyu bir muhabbete koyulmuşlardı ki sanki kırk yıllık komşuydular. Fikize her ne kadar ben yokmuşum gibi davranıp kalbimi incitmiş olsa da en azından yüzüme bakmadığı için o an rahat rahat memelerine bakabiliyordum. Onlar konuşmaya devam ederken bende daha önceden sehpanın üzerine koyduğum kibrit kutusunu yemek masasının üzerinde yıllardır süs olarak duran sürahinin içine basket atmak için elime aldım. Fikize’ye ne kadar yetenekli bir adam olduğumu kanıtlamanın vakti gelmişti. Ama bir an tereddüt ettim. Normal şartlarda çok daha uzak mesafelerden yüzlerce isabetli atışım vardı fakat bu sefer kibrit kutusunun yarısından çoğu boştu. Dengesiz bir atış çıkabilirdi yani. Ama böylesine bir fırsatı da bir daha yakalayamazdım. Muhakkak değerlendirmeliyim bunu. Neyse ki birkaç dakika sonra nefesimi tutup, iç sesimi de susturup kibrit kutusunu yumuşak, bombeli bir atışla sürahiyeye yolladım. Kibrit kutusu havada süzüldü süzüldü ve sürahinin kenarına çarpıp masanın üzerine yuvarlandı. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki o anda. Başka zaman olsa on atıştan onunu da kesin sokardım o mesafeden. Ama Allah’ın belası kibrit kutusu bu kez tam oturmamıştı elime. Çok öfkelenmiştim bu duruma.  O sırada annem “Niye atıyorsun oğlum kibriti” dedi “Güzelce yerine koysana.”

 

“Anne sende biliyorsun ki daha önce hiç kaçırmadım. Kibrit kutusu boş olduğu için böyle oldu. Rüzgâr uçurdu havada.”

 

Çok pis rezil olmuştum. O anı unutmak için iç sesime çığlıklar attırmaya başladım. Bir ara kibrit kutusunu alıp daha uzak bir mesafeden tekrar mı denesem diye düşündüm. Ama yine kaçırırsam bu kez çok daha büyük bir rezillik yaşayacaktım. Vaz geçtim. Zaten birkaç dakika sonra da Fikize müsaade isteyip gitti. Kibrit kutusunu alıp öfkeyle camdan dışarı fırlattım. Anasına bacısına küfrettim kibrit kutusunun. İsminde de hayat yoktu zaten. “Malazlar ne amına koyayım!” deyip birde koltuğa tekme attım. Hiç olmazsa yangın merdivenlerinin dışından dördüncü kata kadar nasıl tırmandığımı görebilseydi diye düşündüm. Hiç olmazsa yeteneksiz ama cesaretli bir adam olduğumu düşünürdü. Ama onun da balkonundan yangın merdivenleri görünmüyordu. Bizim balkondan görünüyordu aksine. Bu yüzden babamdan fırça yiyip duruyordum zaten. Ne kadar şansız bir adamdım.

 

Bir hafta evden çıkmadım. O talihsiz geceyi unutmak için oturup bir hafta boyunca sadece Sega oynadım evde. Sonik, Aladdin, Street of Race… Hepsini tekrar bitirdim. Tabi ki babam arada bir gelip “Len kapat şunu biraz soğusun, patlatçan amına kodumu televizyonunu” deyip tadımı kaçırmayı da yine ihmal etmemişti. Fikize’yi düşünemedim bile o hafta. Zaten aklıma geldiği an var oluyor olmaktan bile büyük bir hicap duyuyordum. Tiksiniyordum adeta kendimden. Ancak bir ay sonra kendime gelebilmiştim. O zamana kadar da mümkün mertebe apartmanda karşılaşmamaya özen gösterdim kendisiyle. Kim bilir belki de abimin düğünü olmasaydı zamanla kendisini unutacak, o eski, neşeli halime geri dönecektim.

 

Ortanca abime düğün için siyah, şık bir takım elbise aldılar. Bende gri bir takım elbise istediğimi söyledim evdekilere. Yakın zamanda boy atar ve bir daha giyemem, ziyan olur diye almadılar. Saatlerce ağladım. Fayda etmedi. Onun yerine krem rengi dandirik bir pantolon ve kareli bir gömlek terci ettiler. Düğün günü salona gitmek için evden çıktık. Annem: “Fikize’nin ziline bas bakalım” dedi “Gelecekse o da gelsin bizle hazır” O an iki arada bir derede kaldım. Bir yandan içimde sönmeye başlayan Fikize alevinin tekrardan tutuşmasını istemiyor, bir yandan da saçlarıma sürdüğüm bir avuç jöleyle de beni bir kez olsun görsün istiyordum. Dayanamadım. Kalabalığın da getirmiş olduğu cesaretle zile basıverdim. Ama açan olmadı. Altı-yedi kere daha bastım. Yine kimse açmadı. Cassio saatime baktım. Altıyı on geçiyordu. Tamda Fikize’nin eve gelme saatleriydi. Biraz daha beklesek belki de apartmanda yakalayacaktık kendisini ama annem: “Tamam artık basıp durma şu zile.” dedi. “ Evde yok demek ki.”

 

Gelini almak için üç araçlık bir konvoyla yola çıktık. Babam, mahallenin gençleri önümüzü kesmesin, durduk yere para vermeyelim diye eve kadar çamurlu, dar ve patika yolları tercih ettirdi arabayı kullanan abime. Ayrıca bıyıklarını fazla kısalttığı için berbere küfür edip durdu yol boyunca. Yaklaşık on beş dakika sonra gelin evine varmıştık. Dualar, ağlamalar, gülüşmeler, şarkılar, türküler derken bu kez de amcamın arabasıyla düğün salonuna doğru tekrar yola çıktık. Abimin müstakbel baldızları gelini bir odaya kilitleyip babamdan alacakları belli bir meblağ karşılığında gelini serbest bırakacaklarını söylemiş ve bu zamanın parasıyla yüz elli lira kadar bir para almışlardı babamdan. “Böyle adet mi olur len” demişti babam arabadayken. “ Amına kodumun hırsızları. Elli milyonu da beğenmiyo ibneler.” Ardından da dikiz aynasından bıyıklarına bakıp “Bu berbere de bi daha gidersem siksinler beni! Şerefsiz çocuğu!” diyerek torpido gözünün üstüne bir tokat patlattı. Babam için oldukça stresli ve uzun bir gün olmuştu gerçekten.

 

Nihayet düğün salonuna varmıştık. Takriben yarım saat kadar kapıda misafirleri karşıladıktan sonra dans pistinin yakınındaki yuvarlak bir masaya oturup, babam hariç tüm aile efradı manasızca etrafa sırıtmaya başladı. Benimse bir gözüm sürekli giriş kapısındaydı. Salona giren her uzun, siyah saçlı kızı bir an Fikize zannediyor, hiç yoktan ümitlenip duruyordum. Zaten nefret ettiğim düğün konsepti o da olmayınca hepten çekilmez hale gelmişti. Bayat kurabiyeler, dandik, ucuz meyve suları, elektro bağlama sesine karışan homurtular, ilk kez dekolte giymenin getirdiği mahcubiyetle bir eli sürekli askılarında ergen kızlar, uzaktan karı-kız kesen, saçları limonlu elemanlar… Hata bendeydi. Ne işi vardı Fikize gibi bir kızın bu saçma mekânda? Boşuna ümitleniyordum. Fikize’nin buraya gelmesi Bayburt belediyesi sosyal tesislerinde Madonna’nın konser vermesi gibi bir şeydi. Ne kadar da aptaldım.

 

Düğün pastası kesilene kadar yerimden kalkmadım. Pastadan en büyük payı düğün sahiplerinin alması gerektiği gibi bir hisse kapıldığımdan elime tutuşturulan plastik tabaktaki ezik büzük pastayı görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. İkinci bir dilim için pastanın yakınlarında mevzilendiğim sırada ise olan oldu. Şort giymiş, bacak bacak üstüne atmış, üstü çiçekli, birkaç düğmesi açık, sarı bir gömlekle Fikize’yi kalktığım masada annemle muhabbet ederlerken gördüm bir anda. Adeta şok olmuştum. Hiç düşünmeden koşarak tuvalete gittim hemen. Saçlarımı düzettim, kordonu gereğinden fazla uzun olan saatimi gömleğimin altına soktum, ayakkabılarımı temizledim ve yine koşarak salona geri döndüm. Hafif sıyrılmış gömleğinin altından pürüzsüz beli, beyaz plastik sandalyenin sırt boşluğundan usulca pörtlemişti. Seri adımlarla masaya doğru yürümeye başladım. Fikize’nin yanındaki boş sandalyeye çökemeden önce nefesimin normale dönmesi için bir süre öylece bekledim. Ardından sandalyeye oturmak üzere yeltendiğim esnada uzun saçlı, uzun sakallı ve deri montlu bir lavuk gelip elini Fikize’nin omuzuna attı. Aynı anda annem ‘E okul ne olacak peki?’ diye sordu.

 

‘Bir seneliğine donduracağız.’ dedi Fikize. ‘Sonra duruma göre bakacağız.’

 

‘E ne diyelim hayırlısı olsun hakkınızda.’

 

‘Gitmeden önce seni bi göreyim istedim Hayriye teyze, hakkını helal et!’

 

‘Helal olsun kızım.’

 

Fikize ayağa kalktı, annemle birbirlerine sarılıp vedalaştılar. O esnada orkestra Papatya Gibisin Beyaz Ve İnce şarkısını çalmaya başladı. Lavuğun koluna giren Fikize yüzüme bile bakmadan, adeta bir klip tadında salonun çıkış kapısına doğru yürümeye başladı. Tam da o sırada ortanca abim yanıma gelip, ‘Şu üstünde vişne olan pastayı görüyor musun?’ diye sordu.

 

‘Evet.’

 

‘Engin’in gözü onun üzerinde haberin olsun!’

 

O sırada iki arada bir derede kaldım. Fikize’nin arkasından koşup hiç olmazsa son bir kez beni jöleli saçlarımla görmesini mi sağlamalıydım yoksa vişneli pastaya mı gitmeliydim. Birkaç dakikalık mülahazanın ardından ‘Boş ver.’ dedim kedi kendime, ‘İsminde de hayat yoktu zaten, Fikize ne amına koyayım!’ deyip pastaya yöneldim.

 

– Yunus Evsen

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Zeynep Albaraz Gençer

Bu kadar uzun bir yazıyı, hiç sıkılmadan ve keyifle okuttuğunuz için tebrik ederim.

%d blogcu bunu beğendi: