meçhul ukdeli yürekler

 

Bir sokak çocuğunun gözlerinden türkü dinledim bugün. Üzerinde eprimiş kazak, ayaklarında zift karası yüreklere karşı ümitler peşinde koşmaktan yorulmuş, delik bir ayakkabı…  Çehresinde, ağır ağır  akan amansız hüznü, mesken edinmiş inkisar vardı. Susturulmuş heyecanlar, yakılamamış  ağıtlar vardı… Kanatlarından vurulmuş bir kuşun son kez havalanma isteği gibi gülüşü, uzun yolların karanlıkta kalan çukurları gibi gözleri vardı. O an gözlerimin gördüklerine,  sözde insanî yanımın nasıl yenik düştüğünü, nasıl kaçacak delik aradığını gördüm. “Çocuğa acımak mı yoo kendime acıdım ben. Insanlığa acıdım.”

 

Soğuktan uyuşmuş parmaklarının  arasındaki vefasız mendili, evrimini tamamlayamamış büyüklere satmaya çalışıyordu. İnsanlar üç maymunu oynuyordu. O yine de yüzün adalelerini yırtan yarım kalmış  gülümsemesini, acısının önüne perde gibi indiriyordu.   Sokakların dili yoktu lakin her bir köşesinde sıkışmış vaveylaları görebiliyordum.

 

Yılların küstürdüğü  acı yüreğin elinden tutmak istedim. Elimi  uzatırken  yıllardan beri ilk kez gözlerimin akan  yaşlardan yandığını hissettim. Dilimin sükûtu neden hala bozulmuyordu?  Sözler niçin böyle ketumdu? Anlam veremiyordum. Merhamet vicdansızlığın karşısında pusmuş iki büklüm olmuş. Acı, cennetler yakan masumun gözyaşında can bulmuş.

 

Islak kirpiklerinde şefkate hasret bekleyiş vardı. O bekleyiş ki Yakup’un Yusuf’unu beklediği gibi bir bekleyiş. Kör edecek kadar eksik…

 

Her günün mahzun gecesinde saf yüreğin  başını koyduğu  kaldırım, üzerine hiç anne kokusu sinmemiş ölü  bir bebek mezarı gibiydi.  Ve her geçen  gün bu dar sokaklar bir sokak çocuğunun gözyaşlarıyla gitgide daha derin bir karanlığa gömülüyordu. Onun tek yapabildiği  bu tezat yaşam duyguları arasında tek parça olmak ve  gönülleri kör olmuş insanların  alaycı bakışlarında daha da küçülmekti.

 

Melül bakışları şairlerin en berceste en hazinli mısralarını hatırlatmıştı bana. İşte  hayalleri istifa etmiş bir çocuğun dünyasına adım adım yürüyordum. İndikçe derinlere  ıssızlığına sığınılan yıkık dökük  harabe evler görüyordum. Tozlu yollarda  Medineli ensar arayan muhaciri görüyordum.

 

Gecenin mahmur karanlığında ışıldayan sokak lambaları daha vefalıydı insanlardan. Işığını esirgemiyor, eteklerinde uyutuyordu sabiyi. Siz çocukların ulaşamayacağı yerlere koydunuz sevgiyi, şefkati, merhameti… Anlamak istemediniz belki de o küçücük yürekleri.  Bir daha oynamamak üzere hayata küsen  sobelediğiniz bir çocuk var şimdi. Kötülüğün  sinesine çektiği saflığını kuruttuğu matemini yaktığı bir çocuk….

 

Gecenin en yoksul tarafına boyun bükmüş  çocuklar. Ötekileşmiş, susturulmuşlar hep. Ahraz sanmış kimileri, yürümüşler artlarına bile bakmadan. Altı yaşında babadan yoksun Ebva’nın kızgın çöllerinde ansızın annesiz kalan peygamber sen söyle. Hayat gerçekten mi bu kadar zor,  yoksa sadece çocuklara mı? Serçelerin ayaklarında mı bağlı ki bu karanlık  keder her sokakta illa var. Ah çocuklar…  Örselenmiş gam yüklü bedenlerinizle  kaldırımları aşiyan edinmişsiniz. Matem yüklemişsiniz her bir taşına. Azad etmişsiniz bütün umutlarınızı…

 

Gece hapsediyorken yıldızları. Herkes, her şey avare uykudayken.

 

Kördüğümleniyorken boğazımda bilmediğim bir şey. Aya yol yapan bir çocuk gördüm.  Dünyayı kendi gafletiyle bırakıp gidiyordu. Tarumar ediyordu bütün sözcükleri. Bir annenin feryadı duyuldu. Karanlık sisli bir  keder boğdu sokakları. Bir sokak çocuğunun mahzun izi kaldı. Cennetin kapısına kilit vurulduğunu görür gibi oldum. Ardından insanlık  ölümün ıssızlığında  yaptığı gibi ağır bir uykuya daldı. Felç etti bütün duyguları…

 

Ah çocuklar… Ah! Meçhul,  ukdeli yürekler.

 

– Emine Nur ÇOT

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: