Bir tren sesi duymaya göreyim,
İki gözüm
İki çeşme.

Orhan Veli

Biletini organizasyon şirketinin ödediği uçağımı kaçırınca Pakistanlı taksi şoföründen Chicago Union Station’a götürmesini rica ettim. Rezervasyonum olmadığı için Chicago’dan Detroit’e giden ilk trende yer bulamayıp yedek listeye adımı yazdırdım. Umudumu tamamen yitirmişken adımın anons edilmesiyle sevindim tekrar. Burası Amerika’ydı, sıraya girip sabırla beklediğin her şeye eninde sonunda ulaşabilirdin. Balıketiyle, obez sınırı arasında tombulluktaki Afro-Amerikan, hacdan torunlara getirilmiş Arap bebek suratlı, sempatik gişe görevlisi kız klasik Amerikan güler yüzlülüğüyle “Hi, how can I help you?” dedi “h”leri Afrikalı hançeresiyle su içer gibi bir yumuşaklıkla söyleyerek. Neredeyse beş yıldır Amerika’da yaşamanın getirdiği gramer olarak kusursuz ancak bir o kadar da doğu Avrupa aksanlı İngilizcemle anlattım derdimi kıza. Adımı spelledim; “ef, ay, di, ey, en” yani ki Fidan. Yirmi dakika sonra trendeki yerimi almış, yanımda kemanım, çoktan yola koyulmuştum. Ya bu trene de yetişemeseydim, konser için bekleyen onca insana nasıl açıklama yapardı menajerim Steve, hayal bile edemiyorum. Yıllar olmuştu trene binmeyeli. Koltuğa kurulup, “tren içi eğlence sisteminin” kulaklığını takıp müziklerden “World Music Instrumental’i” seçtiğimde beni çocukluğuma götüren bir sürpriz bekliyordu. Trenimiz Chicago’nun merkezini çoktan geride bırakıp Oaks Wood mezarlığının kenarından hızla ilerlerken benim kulağıma da Yedi Karanfil’den “Kara Tren” şarkısı yavaş yavaş dolmaya başlamıştı.

Osman dedem bizi at arabasıyla, sabahın erken saatinde Seydişehir’den Beyşehir’e getirip Beyşehir Gölü’nün kenarındaki otobüs terminaline bıraktığında beş yaşında var mıydım bilmiyorum. Hangi seneydi, kaç yaşındaydım hatırlayamıyorum ama bildiğim bir şey varsa o da otobüs terminallerine garaj denilen uzaklıkta bir zamandı. Annem “uyan kızım, geldik” dedi, “birazdan otobüsümüz gelecek.” O günden aklımda kalan en net şey, bir ıslık sesiydi, dedemin Beyşehir’e yaklaştığımızda bozkırda bir çeşmenin yalağında atımızı suvarırken çaldığı ıslığın sesi. Yanında henüz yirmi üçünde bir kadın, içi yastık-döşek dolu iki büyük eşya dengi ve uykulu bir kız çocuğuyla filinta gibi babam bizi önce Konya otobüsüne, ardından Kayseri ve Sivas otobüslerine aktardı kan ter ve sövgü içinde. Şarkışla’ya indiğimizde gün batmak üzereydi. Garajdan bir at arabası kiralayıp demiryolu lojmanlarına indiğimizde ise yatsı camisi evine dağılalı epey olmuştu. O gece nerede uyudum, ne zaman uyudum aklımdan çıkmış gitmiş. Sabah rüyamı ortadan ikiye yaran bir tren düdüğü ve genzimi ağulayan kömür kokusuyla uyanmıştım. Koşarak pencereye geldiğimde hayatımızın, en azından babamın hayatının bundan sonraki kırk senesini ele geçirecek olan o büyüleyici güzellikteki makineyi gördüm. Etkilenmiştim gerçekten. At arabası, öküz arabası, Anadol otomobilleri, Apollo Magirus ve Mercedes 302 otobüsleri dışında yürüyen başka kara aracı görmemişken birden bir rüya güzelliğindeki treni görüvermek büyülemişti beni. Annemin sesi beni bu rüyadan uyandırdı. “Uyandın mı Fidan’ım” dedi çıngıraklı sesiyle annem. Sonraki yıllarda annemin baharda kudurmuş bir derenin çağıltısı gibi coşkulu sesi, babamın günlerce evde olmadığı gecelerde sessiz sessiz ağlamaktan, genelde sabah erken kahvaltı hazırlarken, o türkünün Deniz Gezmiş’e yazıldığını, hatta o dönemlerde söylemenin yasak olduğunu bilmeden, sırf türküde Şarkışla’ya sitem ediliyor diye sevip diline düşürdüğü “Şarkışla’ya düşürmesin oy, Allah sevdiği kulunu” türküsünü söylemekten, bir bekâr odasının sararmış ampulü gibi gitgide söndü gitti. “Uyandım anne” dedim, henüz yerleşilememiş bir evde olmanın yabancılığıyla. Ne o gün ne sonrasında hiç sevmedim Şarkışla’yı. Seydişehir’in o yemyeşil güzelliğinden sonra kırın ortasında terkedilmişçesine bir çaresizlikle bekleyen, kış geldi mi biteviye yağan karın bir türlü aman vermediği bu küçük şehre hiç mi hiç kendimi veremedim. Belki de babamı bizden alan trenleri ilk kez hayatımıza sokan şehir olduğu içindi Şarkışla’ya garezim.

Ama babamın gözü ne Şarkışla’yı görüyordu ne de bizi. Varsa yoksa trenler vardı onun için. Seydişehir’deyken dedemden gizlice girdiği Demiryolları memurluk sınavında hareket memurluğunu kazandığı gün kaderimizin değişeceği belliydi. Önce dedem küstü bize, konuşmadı babamla, beni bile kucağına almadı bir süre. İstemiyordu gitmemizi. Kırk evlek tarla, dört montofon inek neyimize yetmiyordu da kıçı kırık bir memurluğun peşinden gidiyordu babam. Besleyemeyecek miydi sanki kuş gibi bir kadınla parmak kadar çocuğu. Hem de itin öldüğü yerdi Şarkışla. “İnsan, Şarkışla’dan meftasına yetişesiye ölüsü kokar be!” demişti babaanneme. Gitme günümüz yaklaştıkça yumuşadı dedem, aldı beni tekrar kucağına. Tütün kokan sararmış fırça bıyıklarını batıra batıra öptü gitmezden bir gün evvel. Görmeyeyim diye ağlamasını hafiften vurarak kabalarıma “yürü git gidinin gızı seni” diye kovaladı beni. Babamı da affetti sonradan sonraya. “İlk ay mayışın gecikirse ele bakmayın Mevlüt’üm” diye para bile kattı babamın cebine Beyşehir garajında bizi uğurlarken.

Bir yıl ya sürdü ya sürmedi babamın hareket memurluğu. Şeritli ayyıldızlı şapkayı hafiften sağa kaykıltarak, jilet gibi ütülenmiş lacivert üniformayı giyip, ağzında düdüğüyle istasyonda kasım kasım dolaşmak kesmiyordu çünkü. Gözü trenlerin içindeydi, lokomotiflerdeydi. Makinist olmak istiyordu. Akşam eve gelir gelmez, üniformasını askıya asıp yemeğini yedi miydi anlatmaya başlardı trenlerden. Platonik bir sevgiliden, ne pahasına olursa olsun eninde sonunda sahip olacağı bir konsomatristen bahseder gibi anlatırdı. Mutlaka her gün de “çok accayyip bişey oldu bugün hanım”la başlayan bir şeyler olurdu bize anlatacağı. Ya Doğu Ekspresi istasyonda durduğu sırada, Van’a giden yolculardan birinin doğum sancıları başlardı da, babam trenin hareket saatini Ankara’ya telgraf çekip bir saat geciktirirdi. Cankurtaranla götürülen kadın nur topu gibi bir oğlan doğurmuş olurdu. Ya da Erzincan’dan gelen yük trenindeki, birkaç gün sonra İstanbul’a varınca, Beyoğlunda izbe bir meyhanede sote olarak sarhoş bir Trabzonlu fırıncı ustasının kursağına düşecek tosunlardan biri soğuktan ölmek üzereyken fark edilirdi de “mundar gitmesin diye” bizzat babam tarafından vagonun içinde kesilirdi. “Fidan’ım görmeliydin boğadan akan kanı, vagonun duvarlarına fışkırdı mübarek” derdi bana bütün pedagojik kuramları yerle bir ederek ve üstüne üstlük aferin bekleyerek tırnak çakısı kadar çocuktan. Annemse Ankara’ya taşınacağımız güne kadar hiç üstünden atamadığı “aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” tonundaki hüznüyle, gözlerini kısarak, sessizce dinlemezdi babamı. Bilirdim ki, tutkuyla trenlerden bahsedince babam, sanki ballandıra ballandıra kumasını anlatıyor gibi geliyordu anneme. Babamı kıskanıyordu trenlerden. Keyfi çok yerindeyse babamın ve maaşı da yeni aldığı günlerden birine denk geldiyse bir ufak rakı açardı adabınca. Asla sarhoş olmazdı, güzel içerdi. İstasyon şefinin kızının düğününde ateşçisinden makinistine, biletçisinden hareket şefine, makasçısından bizzat düğün sahibi olan istasyon şefine kadar bilumum demiryolcuların demiryolu lojmanlarının gazinosunda, herkesin aynı masada eğlenip sarhoş oldukları, istasyonun girişine kadar halay çektikleri gece dışında hiç sarhoş görmedim babamı. Anlatacakları bitince, annemle ben yatardık da bir babam kalırdı ayakta. Sanırsın ki, devresi gün cebirden yazılısı olan liseli bir delikanlı gibi heyecanla çıkarırdı kitaplarını, tüm gece çalışırdı makinistlik sınavına. Tüm gece dediysem, gece saat iki buçukta gelen Güney Kurtalan Ekspresinin gelmesine yarım saat kalana kadar çalışır, sonra uykulu gözlerle kitaplarının başından kalkar, o saatte giyilmesi hiç gerekli olmayan, hatta işgüzarlık bile denilebilecek olan üniformalarını giyer, üniformayı giyince canlanır ve koşar adım giderdi bilemedin elli adım ötemizdeki istasyona.

Babamın beklediği haber Şarkışla’nın ayazdan çatırdadığı, açlıktan Hınzır Dağındaki kurtların yavrularına tebelleş olduğu günlerden birinde geldi. Üzerinde kocaman ayyıldızlı demiryolları amblemi bulunan büyük sarı zarfı eve getirdiklerinde annem de kardeşim Demir’i doğuruyordu yatak odasında. Biz babamla karşı komşumuz Ayten teyzelerin salonunda beklerken, kaynar su, sıcak havlu, göbek kesmeye temiz ustura getirmek için bizim evden telaşla çıkan kadınlar kapıyı açtıklarında hareket şefi Hayri amcanın karısı Müjgân hemşirenin şefkatli ama bir o kadar da otoriter sesini duyuyorduk. “Ikın Gülşen’im, bırakma n’olur kendini, başı göründü yavrunun, ha gayret.” İşte tam o hengâmede geldi zarf. Babam, doğumu moğumu unuttu, parçalarcasına açtı zarfı, “Fidan’ım kazanmışım imtihanı, makinist oluyor baban gayrı” diye bağırdı. Neredeyse annemin yanına koşup, yanaklarından öpecek, “boş ver sonra doğurursun hanım, çok güzel bir haber bu, bak kocan makinist oluyor” diye müjdeyi verecekti. Belki de o gün, o sarı zarfla gelen haber kötü olsaydı kardeşimin adını Demir de koymayacaktı babam. Ne bileyim ben, belki Yusuf, Adem, Ramazan ya da en azından dedemin adını koyacaktı. “Yok gâri, Demir’den de isim mi olur be, olmadı mıklantıs koysaydı” demiş dedem köpürerek. “Şarkışla’ya gittiği, memur olduğu yetmezmiş gibi kalktı oğlunun adını Demir koydu it oğlu it” deyip, bu sefer gerçekten gönül koymuştu babama. O yılları düşününce, ailemizdeki diğer herkesin ismini düşününce Demir çok züppece bir isim gibi gelmişti bana bile. Babama kalsa “demiryolcunun oğlunun adı başka ne olacaktı, uzatmayın artık, tren mi koyacaktık yani, mis gibi isim işte” deyip kestirip atmıştı. Daha Demir kırkını çıkaramadan, ilk posta bezleri Şarkışla poyrazında kurumaya asılamadan, annem de tarçınlı zencefilli lohusa şerbetine doyamadan babam Ankara’ya, tam üç aylığına makinistlik kursuna gitti. Annem iyice heyheylendi. Hepten koptu ipler.

Babam Ankara’dan bambaşka bir adam olarak dönsün diye dua ettim her gece ama dönmedi. Eskisinden daha da marazi bir tutkuyla trenlere bağlanmış olarak döndü Ankara’dan. İlk seferine çıkacağı günü görseydiniz hele. İstasyon şefi Kadir amca küçük bir tören bile düzenlemişti babam için. Babam da o yokluğumuzda borç harç denkleyip bir koç kestirmişti rayların üstünde. “Başımızın gözümüzün sadakası olsun şefim, siz fukaraya dağıtırsınız” demişti Kadir amcaya. Kesilen koçun kanından hem lokomotife hem de tüm demiryolcu çocuklarının alınlarına sürülmüştü. “İlk seferinde Haydarpaşa’ya gitmek her makiniste nasip olmaz Gülşen’im, kocanın kıymetini bil” demiş ve hayatında belki ilk kez bir altın yüzük alarak, hafiften gönüllemişti annemi bile. Hâlbuki Divriği’den yüklenen demir cevherini İstanbul’a götüren bir yük treninin makinisti olacaktı altı üstü. O zamanlar beş yılı doldurmadan yolcu treni makinisti olunamıyordu zaten. Kadir amca “babamı ilk seferine uğurlama törenine” istasyonun müdavimlerinden olan, bazen çevre ilçelere kasabalara düğünlere giderken, trenleri Şarkışla’da mola verdiği sırada bizim istasyonun çeşmesinden su şişelerini dolduran, siyah poşetlerine koydukları kirazı, eriği yıkayan, yazsa kasketlerini ıslatıp serinleyen, kışsa bir sigara içimliği sürede istasyona girip ısınan çingene çalgıcıları da tutmuştu. İlk kez o zaman görmüştüm kemanı. Babamın hayatını trenler nasıl değiştirmişse benim de hayatımı değiştirecek olan kemanı.

Benim hayatımı da çingene çalgıcı Gurbet amcanın kemanı değiştirdi. Sivas’ta, Kırşehir’de, Kayseri’de pek görüldük şey değildi çingenenin keman çalması. Klarnete, darbukaya, bağlamaya eyvallah da kemanı bilmezdi oraların çingeneleri. Zaten düğünlerde adam eğlendirmeye bunlar yeter de artardı, kemana ne hacet. Kastamonu’da acemi birliğini yaptıktan sonra iyi bağlama çaldığı için Ankara’daki Askeri Mızıka Okuluna çıkmıştı usta birliği. Orada Amasyalı kıdemli başçavuşu Rasim komutan Gurbet’teki yeteneği görünce “Bırak aslanım bağlamayı, amele işi bu, ben sana keman öğreteyim” demiş, iki ay içinde Gurbet amcayı çaldı mıydı kemanı konuşturacak hâle getirmişti. Gurbet amca askerliğini yapıp Ulus’ta İtfaiye Meydanı’ndan aldığı ikinci el kemanıyla köyüne, Altınyayla’ya döndüğünde bir müddet gizlemiş keman çaldığını. Sonradan iyiden iyiye özlemiş kemanın sesini. Dayanamamış, bir ikindiüstü çıkmış dama, lafa söze bakmadan çalmış doya doya. Ne Vivaldi bırakmış, ne Wagner, ağlatmış saatlerce damın üstünde. “Darbuka, klarnet dururken Poşa’nın keman çaldığı nerede duyulmuş” deyip epey bir dalga mevzusu olmuş ahaliye. Ancak ısrarını, tutkusunu görünce Gurbet amcanın, bırakmışlar kendi hâline, karışmamışlar bir daha.

İşte o gün, babamı ilk seferine uğurladığımız gün tanıdım Gurbet amcayı ve kemanını. Öyle içten bir çalışla çalıyordu ki, sanki oradaki demiryolculara değil de Venedik’te bir konser salonunda gerçekten klasik müziğe âşık seçkin bir dinleyici grubuna çalıyor gibi kendinden geçerek çalıyordu. Bense kemanın o büyülü sesine çarpılmıştım adeta. Kemanı daha da yakından duymak için o kadar yaklaştım ki Gurbet amcaya, ağzından gelen hafif rakı kokusunu bile duyabiliyordum. İlgimi fark etmiş, mahcup bir göz kırpmayla selamlamıştı beni, ben bacak kadar kız çocuğunu. O selamıydı tüm hayatımı değiştiren şey. Ama bütün bunlar babamın umurunda değildi. Trenlerden başka hiçbir şey umurunda değildi aslında. Tam beş yıl, dur durak bilmeden şehirlerden yüklediği kibri ıssız Anadolu kasabalarına, Anadolu’dan yüklediği umudu şehirlere boşalttı habire. Eve her döndüğünde bize anlatacağı onlarca hikâye oluyordu. Annem umutsuz bir Dostoyevski kahramanı gibi feri iyiden iyiye sönmüş gözleriyle dinler gibi görünürdü babamın anlattıklarını. Kendini Demir’e vurdu sonradan annem, afyona vurur gibi. Beni boşlamıştı hepten, Demir’le ilgileniyordu varsa yoksa. Bense istasyonda Gurbet amcanın yolunu gözlüyordum. Keman öğretmeye başlamıştı bana. Hızla ilerletiyordum keman işini. Bütün bunları ne annem ne de babam fark ediyordu. Annemin gözü Demir’de babamın gözü de yolcu trenlerindeydi. Kömür, cevher, buğday, saman, koyun, tosun değil insan taşımak istiyordu artık babam. Başardı da. Makinistliğinin beşinci yılı dolar dolmaz, soluğu Ankara’da aldı. Günlerce meclisin önünde yattı, kalktı, mesken tuttu oraları. Kamil bacanağının uzaktan akrabası yaşlı ANAP Konya milletvekiline ulaştı sonunda. Arkasında milletvekilinin el yazısıyla “hamil-i kart yakinimdir” yazan kartvizitiyle Demiryolları Genel Müdürü’nün odasından çıkarken, “yolcu treni makinistliğine terfien tayini” yazısı Şarkışla istasyonuna çoktan gönderilmişti.

Babam yolcu treni makinisti olduğu sene ben de ilkokul beşe geçmiştim. İstasyon Caddesindeki Şarkışla Cumhuriyet İlkokulunda keman çalabilen tek öğrenciydim ama bir kemanım bile yoktu. Babama birkaç kez söylediysem de oralı olmadı. Sadece babam değil müzik öğretmenimiz Arif Bey de oralı olmadı. Hatta inanmadı keman çaldığıma. Flütle hep birlikte “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın” çalmaktan sınıfça içimiz dışımıza geliyordu müzik derslerinde. Kemandan umudumu yitirmiştim. Bir sabah, eve daha geçen ay bağlanan telefonumuz çaldı. Annem baktı telefona. İstasyon şefi Kadir amca, “Fidan’ı istasyona gönderebilir misin?” demiş anneme. Uçarak gittim odasına. Kadir amcanın yanında mahcup bir şekilde Gurbet amca oturuyordu. Belki de hayatında ilk kez bir devlet dairesinde misafir olarak ağırlanıyordu. Yuvarlak çerçeveli kalın camlı gözlüğünün ardından utana sıkıla baktı bana. Kadir amca, “Gurbet söylemese doğum günün olduğunu bilmeyecektik Fidan” dedi. “Bak sana bir de hediye almış, aç bakalım neymiş bu.” Ben görür görmez anlamıştım, bir kemandı. Açtım yavaş yavaş paketi. Gıcır gıcır bir keman… Kim bilir kaç düğünde sarhoş gençlere gönüllerince göbek atsınlar diye hiç hazzetmediği hâlde “Pınarbaşı burma burma” çalarak biriktirebildiği parayı bu kemana vermişti. Üstelik nereden öğrenmiş nasıl bilmişse o hâliyle, bunu da doğum günüme denk getirmişti. Koşarak gittim sarıldım, ağlayarak öptüm yanaklarından. İyice utandı, al al oldu yanakları, öptü o da beni. “Ben kalkayım gayrı beyim, çok durdum” dedi Kadir amcaya, sesinin titremesini bastırarak. Kadir amcanın bile gözleri buğulandı hafiften. “Ne demek Gurbet, sen bizim başımızın tacısın, her zaman beklerim” dedi. “Hele dur gitmeden Fidan da bize bir şeyler çalsın yeni kemanıyla.” Kadir amcanın pek aşina olduğu şeyler olmasa da ustamın bana öğrettiği parçalardan, Vivaldi’den çaldım epey bir süre. Sonra kim bilir kimden ödünç aldığı Allahlık mobiletine el sallayarak uğurladım Gurbet amcayı.

O akşam çifte bayram oldu. Bir haftadır seferde olan babam döndü ikindiüstü. Annem doğum günüm diye pötibörlü yalancı doğum günü pastası yaptı. Tam üçer şişe Niğde gazozu içtik Demir’le pastalarımızı yerken. “Yeter kızım çatlayacaksınız” dedi annem kızıyormuş gibi yaparak. Hele kemana çok şaşırdılar, asıl kusursuz bir şekilde çalabildiğimi görünce dillerini yuttular şaşkınlıktan. Babam “kızım hep bilmediğimiz gıy gıy şeyler çalıyorsun, biraz da ‘hani benim elli gram pırasam’ çal da neşemiz gelsin” dedi yalandan kaşlarını çatarak. Şarkışla’ya geldiğimizden beri en güzel gecemizdi diyebilirim. Sonra bir daha da yaşamadık böyle güzel bir gece. Gecenin sonunda bir sürpriz de babamdan geldi. Cebinden sallayarak çıkardı biletleri. Demiryolları onu “ayın makinisti” seçmiş ve bir maaş ikramiyenin yanında, ailecek birinci sınıf mevkide gidip tam bir hafta Haydarpaşa Demiryolları misafirhanesinde ağırlanacakmışız. Annem delirdi mutluluktan. Utanmadan yanağından öptü babamı yanımızda. Delirmesin de ne yapsındı kadın, iki üç senede bir bayramlarda Seydişehir’e gitmeleri saymazsak ilk kez Şarkışla’dan dışarı, hem de İstanbul’a gidecektik.

Haydarpaşa’ya gideceğimiz hafta babamdaki telaşı görmeliydiniz. Sivas’a götürdü bizi, hepimize en afilisinden üst baş aldı. “Trenlere öyle eski elbiselerle binilir mi hiç” dedi. Demir’in saçlarını bile kestirdi, “o papaz gibi saçla trene binebileceğini mi sanıyorsun kerata” dedi. Bir aylık ikramiyesini bol Sivas köftesinin yanında çerezlemesine yedik bitirdik. Trenin hareket günü yaklaştıkça beni bile bir heyecan aldı. Bir iki ufak tefek binmeleri saymazsak ilk kez uzun mesafeli bir tren yolculuğu yapacaktım. Hem de birinci mevkide, yata kalka, kemanımla birlikte. Yola çıkacağımız sabah erkenden, daha afyonumuz patlamadan kaldırdı bizi babam. Trenin hareket saatinden tam iki saat önce dikti bizi istasyona. Annem “biraz erken değil mi Mevlüt” diye söylenecek gibi oldu. “Trenler bekletilmez, beklenir hanım, bunu da öğrenin” dedi babam, Nietzsche edasıyla.

Bir rüya gibiydi yataklı vagonumuzun içi ve bir rüya gibi yaşadık yolculuğu. Tünellerden geçtik, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi uzun daracık tünellerden… Mısır tarlalarından, ayçiçeği tarlalarından, sırtlarına çocuklarını beleyerek iki büklüm kadınların çalıştığı çeltik tarlalarından… Damlarında kayısı kurutulan, tarhana serilen kerpiç evlerden, sahiplerinin yazdan yaza geldiği, önlerindeki söğüdün gölgesine manda kasa mersedeslerini park ettikleri yüksek duvarlı, beton, Alamancı evlerinden, balkonlarına çamaşır asılı apartmanlardan, şehirlerden, kasabalardan, göllerden, nehirlerden geçtik. Türlü türlü istasyonlardan bir de. Oğlunu askere uğurlarken bayılan, asker postasından inen oğlunu görünce dirilen kadınlar, lostrasında ayakkabı boyatırken lahmacun yiyen göbekli Kayserili tüccarlar, devletin yıllarca o istasyonda bir demirbaş gibi unuttuğu memurlar, raylar arasında kömür, cıvata toplayan çocuklar, çalgıcılar, kopuklar, kız kaçıranlar, kocaya kaçanlar, mahkûm götüren jandarmalar, uykulu makasçılar, halka tatlıcılar, her trende yıllar önce kaçan karısının dönmesini bekleyen istasyon delileri, istimden, kömür tozundan kararmış yüzleriyle ve bahtlarıyla kirli güğümler içinde ayran satan çocuklar, sevgili uğurlayan, nişanlı bekleyen kızlar, delikanlılar, İstanbul’dan gelen trenlerin birinci mevkilerinden atılacak okunmuş gazeteleri kapışan gençler gördüm ıssız Anadolu istasyonlarının terkedilmişçesine duran salonlarında, peronlarında. O gün anladım babamı biraz da. Trenlerde sevdiği şeyin aslında bu hayatın ta kendisi olduğunu o gün fark ettim. Daha da bir sevdim babamı o seyahatten sonra.

O yolculuğumuzdan anne ve babam barışmış, Demir iyiden iyiye şımarmış olarak döndük. Bense bir gün bu Şarkışla’dan kurtulup, ne pahasına olursa olsun deniziyle beni büyüleyen İstanbul’da yaşama arzusuyla döndüm. Ama İstanbul değil de Ankara’ymış nasip. Ortaokulda ve lisede kemanı iyice geliştirdim Gurbet amca sayesinde. Diğer derslerim pek hallice sayılmasa da müzikte gerçekten çok iyiydim. Çalıkuşu’nun Feride’si gibi ilk tayin yeri olan Şarkışla’ya gelene kadar İstanbul dışında başka bir şehir görmemiş, tam bir İstanbul kızı olan lisedeki müzik öğretmenim Demet hanımın yüreklendirmesiyle, üniversite sınavlarında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin Keman Bölümü’nün seçme sınavlarına girdim. Bildiğim bütün Alman bestecilerin parçalarından örnekler çaldım. Sınavda keman çalmayı nerede öğrendiğimi de sordular. Utana sıkıla anlattım Gurbet amcayla Şarkışla tren istasyonun bekleme salonunda keman çaldığımız günleri. Bir çingenenin klasik müziğin başyapıtlarını bilmesine ve bana kusursuz bir şekilde öğretmesine şaşırdılar, belki de inanmadılar. Ama kazandım sınavı, hem de ikincilikle ve bursla. O yaz telaş içinde geçti. Ankara’ya, Bilkent’e gideceğim günler yaklaştıkça annemi ayrı bir keder aldı. Demir bile üzülür gibi oldu desem yalan olmaz. Babamsa kendi dünyasındaydı, trenleriyle…

Hâlbuki öyle değilmiş. Ben gittikten sonra günlerce gizli gizli ağlamış babam. Hatta birkaç kez Demir’in yanında akşam yemeğinden sonra siyem siyem ağlamış çocuk gibi. Demir anlattı sonradan, “abla meğerse babamın prensesiymişin kız” dedi yavşak yavşak gülerek, ilk bayramda Şarkışla’ya gittiğimde. Hatta bir iki hafta yıllık izin almış babam, kasımın ortasında, eve kapatmış kendini. Sonradan alışır gibi olmuş yokluğuma. Tekrar trenlerle avundurmuş kendini. Ama gözünü Ankara’ya, yanıma gelmeye dikmiş yine de. Ankara’ya tayin kolay değil tabi. Tam on yıl sonra, ben Bilkent’te doktorayı bitirmek üzereyken gelebildiler Ankara’ya, “Kemanın Dahi Kızı” diye gazetelerin kültür-sanat eklerinde sayfa sayfa röportajlarımın yayınlandığı sene. Üniversite sınavına girdiğim gün dışında başka hiç kimseye anlatmadığım hâlde nereden duyulmuşsa Gurbet amcadan da bahsediyordu gazeteler. Hatta bir gazete Gurbet amcaya bile ulaşmış, onunla röportaj yapmış. Hâla aynı mahcup, aynı mütevazı, ama bir hayli de yaşlanmış Gurbet amcam benim. Babam Ankara’ya geldi gelebilmesine ama makinist olarak değil. Ankara Büyükşehir Belediyesi yeni açılacak AŞTİ-Dikimevi Anka-ray metro hattına vatman arıyormuş ve Demiryolları Genel Müdürlüğünden tecrübeli makinist talebinde bulunmuş. Demiryolları da böyle cazip bir teklif nedeniyle en kıdemli makinistlerden başlayarak teklifte bulunmuş. Babama da gelmiş teklif, ne de olsa sayılı makinistlerinden demiryollarının. Hemen bodoslamış babam da bu teklife. “O da tren bu da tren nasıl olsa, ne fark eder hanım” demiş, “yeter ki Fidan’ıma yakın olalım.” Sırf istasyona yakın olsun diye Gazi Mahallesinde bir ev tuttuk, “ben tren sesi duymadan uyuyamam” dediği için babam. Bilkent’te kampüste kaldığım daireyi boşaltıp ben de yanlarına taşındım. On beş günlük bir “vatmanlık eğitimine” aldılar babamı. Annem çok mutluydu, hem benimle birlikte olduğu hem de Şarkışla’dan kurtulduğu için. Demir üniversiteyi kazanamamış, Şarkışla Lisesindeyken “Reis” deyip emrinden çıkmadığı ülkücü arkadaşıyla, babamın paralarını eze eze “Estergon Emlak” isminde bir dükkân açmışlardı Keçiören taraflarında.

Gururluydu babam, biraz da heyecanlı. Koskoca demiryollarından sadece on kişiye nasip olmuştu bu vatmanlık işi. Ülkenin en kıdemli on makinistine. İlk gün, metro hattında ilk seferine çıkacağı gün, kendisine söylemesem de eski polis elbiselerine benzediği için çok da yakışmayan vatman üniformasını giyip şapkasını taktığında çok heyecanlıydı. Benden eşlik etmemi istedi hereket şefliği binasına kadar. Birlikte çıktık sabah erkenden. Onu birazdan süreceği metronun ilk hareket noktası olan binanın önünde bırakıp ben de Bilkent’e geçtim, “Akşam görüşürüz babacığım” deyip yanaklarından öperek.

Akşam eve döndüğümde babamı hiç görmediğim kadar mutsuz gördüm. Israr ettim ama anlatmadı ne olduğunu. “Sonra anlatırım kızım” dedi. Çökmüştü babam. Demir evde yoktu, belli ki annemin yanında da anlatmak istemiyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde annemi yatırdıktan sonra anlattı her şeyi. “Ben” dedi “yapamayacağım bu vatmanlığı, bana göre değilmiş bu iş” dedi. Sonra anlattı usul usul niye vatmanlık yapamayacağını. “Metro trene hiç benzemiyormuş meğer güzel kızım. İnsanlar en güzel elbiselerini giyer de beklerlerdi trenleri bir bayram havası içinde. Ama metroya binerken hiç dikkat etmiyorlar ne giydiklerine, hiç heyecan duymuyorlar. Kimse kimseye el sallamıyor arkasından, uğurladığı yolcusuna. Hoş kimse kimseyi de uğurlamıyor ya metroda. Kimse arkasından ağlamıyor gideninin, yolunu beklemiyor geleninin, sevdiğinin eline bir mektup, bir mendil sıkıştırıvermiyor tam da bineceği sıra. Hatırlıyor musun, herkes trenleri beklerdi istasyonlarda sabırla. Ama kimse metroyu beklemiyor, herkes son anda yetişiyor metroya. Meğer trenler beklenir, metrolara yetişilirmiş be Fidan’ım. Hem sonra kimse o metroyu kimin sürdüğünü bile bilmiyor. Halbuki Şarkışla’dan İstanbul’a gidene kadar mola verilen istasyonlarda yolcularla tanışır, gidene kadar herkes tanırdı beni. İstasyondan çıkıp lokomotife binene kadar çocuklar “bakın makinist amca gidiyor” diye beni gösterir, yolcular yol verirdi saygıyla selamlayarak. Yan yana oturduğu hâlde kimse diğeriyle tanışmıyor, konuşmuyor metroda, selam vermiyor, sadece somurtuyor çapaklı gözleriyle. Trenden inerken yolcular birbirlerine adres verecek kadar yakınlaşırlardı hâlbuki. İndiklerinde koşarak uzaklaşıyor yolcular birbirlerinden ve metrodan. Trenden inenler hiç böyle yapmazlardı. Ayrılırken istasyondan, dönüp dönüp bakarlardı biraz önce indikleri, hayatının güzel bir anısı olarak çoktan hafızalarına kaydettikleri trene. Kullanılıp atılan değersiz bir eşya gibi metro sanki. Koşarak binilen, kaçarcasına inilen değersiz bir eşya… Hem sonra metrolara inerken ve binerken eziyorlar birbirlerini. Trenlere sabırla binilirdi, saygıyla. Önce çocuklar ve kadınlar ellerinden tutularak indirilir ve bindirilirdi. Sonra erkekler binerdi. Bir de o ne öyle, mezarlıkta gibisin metroda. Bütün gün, gün yüzünü görmeden karanlıklar içinde oradan oraya gidip geliyorsun. Trende dağlardan tepelerden, gecelerden gündüzlerden geçe geçe gidiyorsun. İçin ferahlıyor. Ben yapamayacağım bu vatmanlık işini Fidan, emekliliğimi isteyeceğim” dedi gözyaşlarını tutamayarak. Sarıldım babama, haksızlık etmiş olduğumu anladım bunca yıl. Tam yirmi yedi yaşında anladım babamın ne denli insan güzeli olduğunu.

Hemen istifa edemedi ama babam. “Sizin gibi tecrübeli vatmanlara çok ihtiyacımız var Mevlüt Bey, n’olur” diyerek ikna ettiler. Tam iki yıl mutsuzluğu giderek umutsuzluğa dönüşerek Dikimevi-AŞTİ arasında gitti geldi zavallı babam. Akşamları onu öyle kederli bir şekilde görmek çok üzüyordu beni. Ben de doktorayı bitirmiştim bu arada. Bilkent Senfoni Orkestrasında başkemancı olarak dünyanın dört bir yanına konserlere gidiyordum. Eşimle, Kağan’la da New York’a konsere gittiğimde tanıştırıldım. Doktoram sırasında Bilkent’e misafir öğretim üyesi olarak gelmiş olan Chicago Üniversitesi Müzik Fakültesi dekanı Profesör Miller tanıştırdı beni Kağan’la. Konser sonrasında “bak Fidan burada sana hayran yakışıklı bir Türk var” dedi bıyık altı gülerek. Chicago Üniversite’sinde kardiyoloji doçentiydi Kağan. Üç ay sonra evlendik, Chicago’ya taşındım. Babam da emekli oldu. Gazi Mahallesindeki demiryolcuları kahvehanesini keşfettiği güne kadar mutsuzluğu devam etti. Her sabah oraya gitmeye başlayıp eski dostlarıyla trenlerden konuşmaya başladıktan sonra tekrar eski keyfi yerine geldi. Bir daha hiç metroya binmedi, yolcu olarak bile. Annem mutluydu Ankara’da. Eski demiryolcu hanımlarıyla güne bile girdi. Demir’in bir türlü dikiş tutturamayışını saymazsak, tek bir kederi vardı annemin, Fidan’ının ondan tam on bin kilometre uzakta olması… Profesör Miller Chicago Üniversitesi Müzik Fakültesi Keman Bölümünde öğretim üyeliği teklif etti bana kısa bir süre sonra. Sevinçle kabul ettim. Amerikan Müzik Akademisi iki yıl önce “Amerika’nın En İyi Kemancısı” ödülünü verdi. Annem mutluluktan uçtu haberi duyduğunda. Ödül törenine onları da davet ettim. “Metroya bindirmezsen olur” dedi babam sevinçle. Geldiler, bir ay kaldılar bizde. Demir gelmedi, bir haciz işinden içeride olduğu için. Amerika’da üniversitelerin, belediyelerin konserlerine davet ediliyordum zaman zaman. Menajerim Steve her şeyi organize ediyordu hiç aksama olmadan.

Trenim Grand Bulvarını geçip Detroit Tren İstasyonuna yaklaşırken kulaklığımı çıkardım. İyi ki kaçırmışım uçağı. Bu sürpriz tren yolculuğu ve güzel türkünün melodisi masalsı bir mutluluk yaşatmıştı bana. Yolculuk boyunca arka arkaya belki onlarca kez dinledim “Kara Treni”. Ancak Steve beni trenden alıp dev gibi Lexus’uyla konser salonuna doğru götürürken, nedense kulaklarımda Kara Trenin melodisi değil, dedemin bizi at arabasıyla Beyşehir’e götürürken bozkırda bir çeşmenin yalağında atımızı sularken çaldığı ıslığın melodisi vardı.

– Dr. Ahmet KARADAĞ

Abonelik
Bildir
guest
4 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Hamza

Seksenli yılların samimiyetini ve sıcaklığını anımsatan harika bir öykü olmuş. Klavyenize sağlık…

Ali

Ahmet bey ne yaptınız böyle, tebessüm ederken ağlattınız bizi. Bu ne güzel, bu ne içten ve sıcacık bir Anadolu hikayesi.
Gönlünüze sağlık…
Saygılar…

mustafa

Hayatımda okuduğum ender hikayelerden biri… Oysa çok hikaye okuyan biriyim. Elinize, yüreğinize sağlık olsun. Ve şu ana kadar internet ortamında hiçbir yazıya -tanış olduklarım haricinde- yorum yapmamış biriyim . Yazarın hayatından izler gördüm, tanımak isterdim .

Ahmet KARADAG

Tesekkurler begeniniz icin. Umarim tanisiriz bir gun. Cok selamlar…

%d blogcu bunu beğendi: