Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Kanın tadı ve dudağımda acıyla irkildim. Susuzluktan kurumuş, kabuk bağlamışlardı. Üstelik bir adim atmak artik dünyanın en zor isi gibi geliyordu. Dizlerim durmaksızın titriyor, kanım aşağı çekiliyordu. Ayağım çıplak olduğundan kumun acı sıcağı yüzünden kabarıyordu, ayağımdaki acıyla yüzüm ekşiyor, yüzümü ekşitirken dudağımın aldığı şekil canımı yakıyordu. Bir kahkaha patlattım. “Bahtsız bedevinin şansına kutup ayısı düşer, bize de tavşan düştü” diye geçirdim içimden. Zira yanımda yürüyen beyaz tavşan kıpkızıl gözleriyle beni süzüyor, Etrafımda koşturarak daire çiziyor, hızlı hareketleriyle adeta benimle dalga geçiyordu. Arada bir ilerleyip ufka bakıyor ardından geri dönüp tekmil verir gibi, şahlanıp yüzüme bakıyordu. Tavsan her bunu yaptığında o bitkin halime rağmen, dudak acısı çekmemek için dudaklarımı büzerek de olsa, kendimi tutamayıp gülüyordum.

Meczup Sanrı

 

Bitap bir halde yürümeye devam ederken sağ ayağım kuma olması gerekenden daha fazla battı. Sendeledim lakin kendimi tutarak da enerjimi harcamadım. Düştüm. Kumun sıcaklığını yanağımda hissettim. Kalkacak mecalim de kalmadığından sıcak kumun üzerinde öylece yüz ustu yattım, kaldım. Üstüne üstlük tavsan da üzerime çıkmış kemerimi dişliyordu. Ölümü düşünmeye başladım. Hep ölümümün farklı olacağını düşünürdüm. Ancak bu şekilde, sıcaktan ve susuzluktan üstelik kıçımın üzerinde bir tavsan kemerimi dişlerken, değil. Ağlanacak halime güldüm tekrar. Ümidimi kaybettiğim anda hemen arkamdan maskülen bir ses “kalk ayağa” dedi.

Sağ ayağımı sürüyerek düştüğüm yerden doğruldum.

Arkaya düşen tavşanı göstererek “Mergen’le tanışmışmışsınız” dedi.
Ayni bir tavşanda olması gerektiği gibi o da yerinde duramıyor
Bir ara kendisinden korkmadım değil ama alıştıkça sevimli gelmeye başladı” dedim dudaklarımı oynatmamaya çalışarak.
Mergen’le tanıştık da henüz sizinle tanışmadık” diye de ekledim.
Hâl derler bana oğlum. Ben kendimi bildim bileli ismim Hâl’dir. Lakin ‘kendimi bildim’ lafını rastgele söylenmişler olarak düşünme. Ben kendimi aklım erdiğinde değil, gönlüm erdiğinde bildim

Kafam karıştı. Kafamın karıştığını belli etmiş olacağım ki belli belirsiz tebessüm etti. Bir sure sessizlik oldu. Hâl gözlerini bir şeyleri inceler gibi yere dikti. Bu sırada kendisini inceleme fırsatı buldum.
Hâl, isminin ağırlığının aksine hafif bir bedene sahipti. İnce bedeni atletikti. Saçları beyazlamıştı lakin sakallarının bir kısmı ihtiyarlığa direnir gibi yer yer siyah yer yer koyu gri renkteydi. Kemikli uzun burnu ona istisnai bir otorite katıyordu. Kirpikleri uzuncaydı ki onlar ihtiyarlığa olan direnişi kazanmış gibi simsiyah ve ok gibi gürlerdi. Zayıf bedenine rağmen omuzları genişti. Bu durum kendisine titan gibi bir savaşçı görüntüsü veriyordu. Gövdesinin dışında bacakları o kadar çelimsizdi ki neredeyse ayakta zor duruyor diyeceğim. Ki kendisi de kumda yürürken o kadar zorlanıyordu ki kuma batan ayağını adim atmak için çıkarması zaman alıyordu. Ona rağmen kumda yürümekten benim aksime zevk alıyor gibiydi.

Yürümeye devam ettim, Mergen de benimle yürümeyi sürdürdü. Hâl de bize katıldı. Hâl arada bir beni bastan aşağı süzüp belli belirsiz gülümsüyordu. Dolaylamadan konuya direkt giriş yaptı.
Yaşam ve ölüm bir döngüden ibaret değil mi? Ne zaman düşeceğimizi bilmeden ne zaman susuzluktan kavrulacağımızı kestiremeden sadece susuz olduğumuzu bilerek ve yorgunca bu sonsuz uzunlukta kum deryasını çiğniyoruz. Yorgun da olsak biri ‘kalk’ dese kalkacağız. Lakin o kişi kalk dediği için değil. Yolda olmak zorunda olduğumuz için.

Oğlum, bu kumu çiğneyen her insan ‘izim kalsın kumda’ diye düşünüyor. ‘Kalsın ki ardımdan gelenler yolunu kaybetmesin.’ Peki ya iz bırakmak isteyen yanlış yoldaysa?

Öyleyse Hâl, biz doğru yolda mıyız nasıl anlayacağız?
Anlamayacağız. Bu kum deryasının cilvesi de bu. Yolun sonu, suyun olduğu yerdir. Suyu görmeden doğru yoldayım diyemeyeceğiz” dedi Hâl ve sordu:
Arkana bak oğlum. Ne görüyorsun?
Görmem gereken şeyi… Alabildiğine kum
Güldü.
Bir daha bak
Kum tepesine çıkarken bıraktığımız ayak izleri var nokta nokta
Başını salladı.
Simdi önüne bak

Önüme baktım. Gördüğüm manzaradan dolayı vahamete düştüm.
Anlamadım” dedim dehşetimi gizleyemeden. ” Arkama bakıyorum yokuş çıkıyor gibiyim. Onum ise sonsuz düzlük. Hâlbuki fiziksel olarak da yokuş çıktığımın farkındayım. Nefesim kesiliyor, ayaklarım bedenimi taşımıyor. Üstelik önümüzde de etrafa dağılmış ayni izlerden var

Bu bir göz yanılgısı mıydı yoksa bizim ihtiyar Hâl büyücü müydü? Bu olasılıkları irdelemeye başladım kendimce.
Yokuş, çıktığın surece düzdür. Yolun doğru da olsa yanlış da olsa tırmanmalısın.
Yasam ve ölüm bir döngüden ibaret dedik ya, iste bu sonsuz deryaya, derya gibi insan yağar durur. Kimileri sonuca ulaşamadan ölür kalır, yerine yenileri gelir doğru yolu bulma umuduyla” dedi.

Dünyaya yolda olmak için mi yoksa doğru yolda olmak için mi geldiğimi düşünmeye başladım. Tabi bu düşünce vaziyetin içinden çıkılmaz halde sonsuz olasılığı beraberinde getiriyordu. Kafamdaki içinden çıkılmaz düşünceleri defetmeye çalıştım. Hâl de sessizleşmişti. Ufuk çıktığımız yokuşun tepe noktasından ibaretti artık.

Hâl, tepeye bir an önce ulaşmak adına yukarı doğru koşturdu. Benim koşmaya mecalim olmadığından ayni tempoda yürümeyi sürdürdüm. Hâl tepeye ulaştığında ileri doğru baktı. İçten bir kahkaha patlattı.

Hâl’in yanına tepeye ulaştım. Erinç başımı döndürdü. Gülümsemekten kendimi alamıyor. Kalp çarpıntımı dizginleyemiyordum. Hayatı boyunca âmâ yasayan bir insanın ilk görüsü gibi sanki mutluluğun ne olduğunu ilk defa duyumsuyordum. Daha önce mutlu olduğum anlar sıradan tatminlik anlarından farklı değilmiş.
Alabildiğine göl
Balıklar suyun üzerinde ahenkle kuş gibi oynaşıyorlar. Çölde olduğumu bilmesem arkamda kum deryası olduğunun bilincine varamayacağım. O denli güzel ve huzurlu. Adeta Bob amcanın tabloları gibi. Golün etrafında yer yer uzun palmiyeler yükseliyor. Golün ötesi yemyeşil çimen…

Bu huzur ne göl manzarasından, ne uzun çöl yürüyüşünden sonra su içme fikrinden ne de Mergen’in tatlılığından geliyordu. Nereden geldiğini anlamadığım bu huzuru ‘havadan herhalde’ diyerek açıkladım kendime. Bu sırada Mergen ağzını göle dayamış șılap șılap su içmeye başlamıştı bile. Ben anın mutluluğuna kendimi kapatırmış suyu unutmuştum.
Kafamdan geçenleri anlamış gibi heybesini golün kenarına döktü Hâl. Yol boyunca taşıdığı heybeden sadece tas döküldü.
‘Bir tas için heybe taşımışsın. Biz de Mergen gibi içerdik” diye geçirdim içimden.
Hızla tası kaptım ve göle daldırdım.
Golden çıkarıp ağzıma dayadım ve su dökülsün diye altından biraz kaldırdım.
Allah Allah!
Tasta su yok. Hâlbuki dudaklarıma bir damla su bile değmedi.
Tası tekrar göle daldırdım. Bu kez ağzıma götürmeden tasın içine dikkat ettim.
Tasta yine su yok!

Tekrar tekrar tası suya daldırdım golden tasa su dolduramadım. Sanki tas delikliydi bir türlü su tutmuyordu. Elimle tasın dibini sıvazladım. Hayır delik değil.

En sonunda bıkıp tası yanı başıma bırakıverdim.
Hâl sol dizini tasın yanına koydu ve diz çöktü.
“Ben sana su ikram edeyim” dedi.
Tasta sorun vardı, nasıl ikram edecek bilmesem de susuzluktan dolayı ümit ettim.
“Olur” dedim.
Artik sesim dahi çıkmayacak düzeyde bitap düşmüştüm.

Hâl tası suya daldırdı.
Tasın golden çıkışını izledim, tasta su vardı. Tası almak için ellerimi uzattım. Hâl tası bana vermedi. Doğrudan ağzıma doğru yaklaştırdı. Suyu içmek üzere kafamı tasa doğru uzattım. Suya dudaklarımı uzattım, su olduğunu hissettiğim anda lıkır lıkır içmeye başladım.
Allahım!
Suyun boğazımdan ve ardından gövdemin tamamından geçişini, geçerken çıkardığı çatırtıyı duydum. Geçtiği her noktada adeta hücrelerime hücum ediyor, bulunduğu yeri yakıp başka bir yere doğru akıyordu. Su değil sanki ateş içmiştim. Saniyeler geçtikçe gövdemdeki acı katlandı. Henüz birkaç saniye olmasına rağmen sabredemedim. Acı içinde uzunca bağırdım. Başım tekrar dönmeye başlamıştı. Gözlerim karardı, yere kapaklandım. Yan yattım ve acımı dindirir diye ellerimi birleştirip göğsüme bastırdım. Olmadı. Gözlerim doluyor. Artik kendimi tutamıyordum. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Yetmedi. Ellerimi dizlerimin altında birleştirdim ve dizlerimi göğsüme çektim. Ağlamamı durduramadım. Hâl yüksek sesle
“Birinci yudumda, içine ateş düştü”
Dedi.
Ben yerde kıvranırken aceleyle tası suya daldırdı. Hâl’in tası suya daldırdığını görünce bu illüzyondan kurtulma umuduyla kıvrandığım yerden doğruldum.
Hâl tası ağzıma doğru uzattı tekrar.
Dudaklarımı değdirdim. Bir yudum aldım lakin yutmadım. Normal su gibi duruyor diye düşündüm. Sevinçle tastaki suyun hepsini diktim kafaya.
Allahım!
Su, içtikten sonra adeta ağdalı, yapış yapış bir sıvıya dönüştü. O kadar tatlıydı ki çenem ilk önce uyuştu saniyeler sonra kilitlendi. Bu ağdalı yapış yapış su dişlerimin tamamının, dilimin, kısacası ağzımın tamamının çevresini kapladı ve sardı. Dilimi damağımda gezdirdim. Damağımda kaplı ağdayı hissettim. Dilimi dudaklarımda gezdirdim. Dudağımda kaplı ağdayı hissettim. Dudağımdaki acıyla haykırdım bu kez. Ağlamamı sürdürdüm.
Hâl yine yüksek sesle:
“İkinci yudumda, kelam diline yakıştı.” Dedi.

Hâl tası üçüncü kez suya daldırdı.
İçmem için uzattı. Bu kez kendimi tamamıyla teslim ettim, suyun tadına bakmadan diktim kafaya.
Su ne aci ne tatlıydı bu kez. Bildiğimiz suydu. Kana kana içtim.
Hâl:
“Üçüncü yudumda…”
Omuzlarımda titreme hissettim.
“Dokunmayın” diye bağırdım. “Su içiyorum.”
Rüzgârı tüm vücudumda hissettim. Bu sert rüzgâr ardından kum fırtınasını beraberinde getirdi. Gök kubbeden sesler yükseldi.
“Oğlum. Oğlum!” Kum ağzımın içine ve gözlerime doldu gözlerimi ovuşturdum. Gözlerimi açtığımda annem yüzüme doğru eğilmiş.
“Oğlum çağırıyorum duymuyorsun. Uyuyamadın mı?”
Uyku mahmurluğu ile cevap veremedim anneme.
“Hadi kalk yüzünü yıka kahvaltı hazır”
“Tamam, anne geliyorum”

Yataktan doğruldum. Gözlerimi yerdeki halının desenlerine kaptırdım. Bir sure inceledim. Ayak bas parmağımı halıda gezdirdim. Sonra gözüm bas ucumdaki komodinin üstünde duran içi su dolu sürahiye kaydı.

 

– Pir HAL

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: