Galip TarafıBabası sabah akşam çalışıyor, anne bambaşka insanlarla, abla yeni avukat olmuş, abinin cezasına beş ay daha eklenmiş. Galip, bir boşluğun içinde bu zamana kadar sürüklenmiş. Sürüklenerek gelmiş. Henüz on dokuz yaşında, çabuk öfkelenen, kolay vazgeçen, baştan çıkmış bir çocuk. Liseyi aksattığı yerden bitirmeye çalışıyor ama bitirmek gibi bir hevesi de yok. Sadece eğitimmiş bu ya, bitsin istiyor. “Abisi gibi olacak” sözlerini duymak istemiyor belki de. Yakın çevresinde fazlaca söz geçirmesine rağmen babasına ve ablasına karşı durgun bir çocuk. Sakin ama pek bir şey paylaşmayan, kırılgan bir imaj çizmiş kendine aile hayatında. On dokuz onun için pek bir şey ifade etmiyor. Henüz büyümediğinin o da farkında ama Galip bu, atılıyor bir şeylere. Burası fazlasıyla eskiye dönük ama top oynanmayan sokaklar. Etraf neşeli değil, insanlar yaşamın içinde kaybolmuş. Zaten yaşamak için yiyen, yemek için çalışan insanlar buradakiler. Ölecekleri güne kadar yaşamış olmak için vakit geçiren insanlar. Galip biliyor ya, o yüzden sakin bu sokaklar, renksiz. Havası bile durgun bu bölgenin fakat fırtına ve bunaltıcı sıcak kadar havanın durgunluğu da insanı rahatsız edebilir. Galip alıştı bu duruma, on dokuz yıldır aynı sokaklardan geçiyor. Hatta yaklaşık aynı saatlerde bu sokaklardan geçiyor ama başka bir yere gitmiyor. Her gün aynı saatlerde çıkıyor, aynı mezarlığa gidiyor, aynı mezarı suluyor.

Altı yaşlarındaydı Galip, o zamanlar şimdikinden de az arkadaşı vardı çünkü burada çocuklar bile pek neşeli değildi. Her gün içindeki çocuk neşesiyle çıkardı evinden. Çocuklar neşeli değildi ama Galip küçükken, altı yaşındayken neşeliydi. Henüz okumayı ve yazmayı bilmiyordu. Evinin sokağı bir parka değil, mezarlığa çıkıyordu. Her zaman aynı çocuklukla gidip aynı mezarı suluyordu. Mezarlığı sevmezdi, etrafta çok yazı olurdu o hiçbirini okuyamazdı. Zaten hiçbir zaman sevmedi bilmediği şeyleri, belirsizliği. Gidip yazısı olmayan bir taş buldu kendine, karşısında da vardı aynı taştan, ortada birikmiş toprakların kuruluğu ayırıyordu onu diğer mezarlardan. Galip altı yaşında çocuk elleriyle su getirirdi buraya. Sadece bir şişe getirirdi. Fazla şımartmak istemezdi çevresini. O da biliyordu ki sıkılıp gelmeyebilirdi, alıştırmak istemedi kendini toprağa. Her gün geliyor ama aynı miktarda su veriyordu. Mezar taşlarıyla o zaman konuşmaya başladı. Saatlerce orada oturduğu, konuştuğu olmuştu. Garip olan kendi kendine konuşuyormuş gibi hissetmemesiydi. Zihni çok doluydu her zaman. Bunun kendine yettiğini hissetmeye başladı. Zihni dışında her şeyi boş bıraktı. Az arkadaşı oldu, az konuştu ve az gitti. Fazla uzaklaştığı bir anı hatırlamıyordu bu sokaktan. Şimdi yine bu sokakta, yine aynı mezarlığa çıkan yolu yürüyor. Okulunu mezarlığa gidemediği için aksatmıştı. İçinde okuma sevgisi olmadığını biliyordu ama zihninin doluluğunu artırmak da istiyordu. Doluluk vaat etmese de boş biri de olmak istemezdi. Yani başkalarına karşı değil,, konuştuğu mezar taşının karşısında utanmak istemiyordu sadece. Mezarlığın demir kapısını hiç açık görmemişti. Yine kapalıydı. Altı yaşındayken taşlara tırmanarak geçerdi duvarı, on yaşında duvarların ortasına delik açtı ve orayı kullanmaya başlamıştı, son dört yıldır ise arkadaki duvarı tamamen yıkmış, kolaylıkla girip çıkabilmekteydi. Zaten gelen giden olmazdı buralara, gören de olmazdı. Arka duvardan on üç yıldır ezberlediği mezara yürümeye başladı. Elinde bir şişe su vardı sadece. Başka da bir şey taşımazdı zaten. Sabah elinde su dolu şişeyle çıkar, akşam boş şişeyle dönerdi. Dolu şişesini fazla bekletmedi elinde, boşalttı her zaman ki gibi toprağa. Çok az bir bölümü karardı toprağın. Zaten mezar sulamak için gelmiyordu. Niyeti geldiğini haber vermekti. Şişesi boşalmıştı artık. Konuşmaları başladı, ara verdi, boşluğu izledi, başladı, bitti. Taşın başında daire çizmeyi bıraktı. Gitme vakti gelmişti belli ki kendinden, mezarlıktan. Sokaklarda daire çizmeye devam etti mezarlık çıkışında. Kendi sokaklarından çıkmayı sevmezdi. Turlar atmaya başladı. Yolları, taşlardaki izleri, evlerin boyasındaki lekeleri, kırık camları böyle böyle ezberlemişti. Kendini yeni yeniliklerle boğmak istemiyordu. Bildiği, bildiğinden emin olduğu şeyler yaşanmaya devam ediyordu etrafında. O gece fazla tekrar etti. Yorgunluk henüz çökmemişti üstüne fakat gece çoktan bastırmıştı karanlığını. Bu saatlerde sesler kesilirdi. Mezar sessizliği sokağın bu tarafına da geçerdi geceleri. Tek bir uğultu duyulmazdı, bunu da biliyordu. Ama gelen yabancı insanları bilmiyordu. Evet on dokuz yıldır buradaydı ama karşısındaki insanları bilmiyordu. Yürüyordu bildiği yoldan bilmediklerine doğru. Yanından geçip gitti bilinmeyenler ama yanlış bir şey vardı sokakta. Ezberlediği yola bu minik kağıt dahil değildi. Hiç şüphesiz aldı kağıdı. Soğuk parmaklarının arasına sımsıkı kapattı, üç blok kadar yürüdü. Şimdilerde ine bir ışık vuruyordu kaldırıma, o da buraya gelmeyi amaçlamıştı. Işığın altına geçti, kaldırdı elindeki kağıt parçasını, bir numara yazılıydı. Kağıdın arkasında yeni yapılan binaların fotoğrafından bir parça vardı. Çok görülmezdi etrafta bu tarz binalar. Galip de sevmezdi zaten. Numaraya bakıp cebine attı. Telefonu yoktu zaten olsa bile aramak gibi bir düşüncesi de yoktu. O gün evine gitti. Aynı uykuyu çekil, aynı rüyalardan sıyrılıp, aynı uykusuzlukla etti sabahı. Şişesiyle çıktı evden. Mezarlığa gittiğinde gariplik vardı. Geçtiği topraklarda dün gece bulduğu kağıt parçalarından vardı. İyi tanıdı o fotoğraftaki binaları. Gece zor uyurdu, uyuyana kadar da o kağıdı incelemişti çünkü. Yerde sayamadığı kadar bir tarafında numara, bir tarafında binaların fotoğrafı olan kağıt parçaları vardı. Birini alıp baktı. Numara cebindeki kağıttakiyle aynıydı. Göz ucuyla diğer kağıtlara da baktı. Numaralar, kesikler, binalar, kağıtlar aynıydı. Sadece her yerdeydiler. Elindeki kağıdı ve şişeyi tutarak mezara geldi. Tuhaf bir şey vardı. Zaten bugün yeterince tuhaflaşmıştı. Mezarlığın su döktüğü kısmı ıslaktı, dünden kalmış olması imkansızdı. Sıcaktı buralar. Toprağa dökülmüş bir şişe sudan yarına eser kalmazdı. Etrafına bakındı, bakınsa da bir şey göremedi. Suyu dökmedi toprağa. Sadece taşın etrafında dönerek konuşmalarına başladı ve bitirdi. Bugünün sonlanması ve yarının başlamasıyla başka bir düzende buldu kendini. Artık şişe taşımıyordu. Çünkü mezara gittiğinde zaten bir şişe su dökülmüş oluyordu. Yerlerdeki kağıtları önemsemiyordu. Ezberlemişti numarayı ama aramayı düşünmedi hiç, aramadı da. Sadece düzenini değiştirdi ufaktan. Meraklı biri değildi, sorgulamadı bu yeni olayı. Hatta sevindi bile. Çoğu zaman şişeyi evde unutup beş kat merdiven çıktığı oluyordu, artık kendini çıkarması yetiyordu. Memnundu şu anlık halinden. Zamanlarını geçirdi, alışılmış şekilde bitirdi günlerini. Sadece bugün eve geldiğinde gördü abisini. Beklemiyordu karşısında onu görmeyi. Babasıyla son iki haftadır hiç yüz yüze gelememişlerdi. Haberi yoktu abisinim hapisten çıktığından. Belki de kaçmıştı bilemiyordu, zaten neden girdiğini de bilmiyordu, merak da etmiyordu açıkcası. Abisiyle pek konuşmadı, yaptıklarından bahsetti. Yani sadece sokaklarda dolaştığından. Abisiyle geçirdiği kısa sohbette bir şey fark etti. Bazı cümlelere, bazı kelimele ne kadar uzak kalmıştı. Kendisiyle olan sohbetlerinde kendinden duyduğu yeni bir şey olmadığı için çoğu kelimeyi kullanmayı bile unutmuştu. Abisine karşı çok az kelimeyle cümle kurmaya çalışmaktan utandı. Belki de insan kendini yetersiz hissettiğinde çekerdi en büyük utancı. Artık yanında defter taşımaya başladı. Düşündüklerini not etmeye başladı. Mezara daha az gitmeye, kendisiyle konuşmaktan çok yazmaya başladı. Kendine yazıyordu kendinden. Tüm hayatını bir şeylere, bir şeyler yazarak geçirmeye başlamıştı. Düşüncelerine hakim olamıyordu. Sadece kağıtlara değil bulduğu her boşluğa yazıyordu; duvarlara, eşyalara, vücuduna… Uzunca bir süredir böyleydi Galip. Mezarlığı unuttu, sokakları unuttu, belki çıksa mezarın yerini bile bulamazdı, bilmiyordu. Takılmadı zaten buna, sadece yazıyordu. Son günlerde yorgun düşmüştü vücudu ama ara vermeden yazıyordu. Zihnini boşaltmak istiyordu belki de. Zihnini boşalttığını sanıyordu şu zamanlarda ama binalar canlandı önünde, belli belirsiz bir telefon numarası döndü zihninde. Cebine attığı kağıt parçasını bulamazdı ama hafızası kuvvetliydi, unutmamıştı numarayı. Duvarın köşesine “bilinmeyen” notunu düşerek yazdı numarayı, çizdi binaları. Demiştim ya zaten meraklı değildi sadece zihninde yer kaplamaması için çıkardı aklından numarayı ve binaları. Daha da sorgulamadı bir şeyi.

Ablası uzun bir aradan sonra gelmişti eve. Galip’le görüşürdü ama eve gelmezdi. Zaten bu kez de Galip’le görüşmek için değil, Galip’i almak için gelmişti eve. Galip bir iki saat önce çıkmadığı odasında solunum rahatsızlığına bağlı olarak ölmüştü. Abisi bulmuştu onu, kağıtların içinde. Ablasına haber vermişti. Ablası odaya baktı, Galip’in tam öldüğü noktaya oturdu, etrafına oradan baktı. Galip’in gözüyle bakmaya çalıştı çevresine. Etraftaki kağıtlara anlam veremedi. Eline aldı birkaç tanesini, aynı numaralar aynı binalar vardı üstünde, belli ki aynı yerden koparılmıştı hepsi. Ablası, Galip gibi değildi. Merak etti numarayı, aradı merakını gidermek umuduyla. Açılmadı telefon. Cebine attı kağıtlardan birini, sorguladı bir iki gün boyunca. Galip’in bir ikizi olduğunu biliyordu herkes aa doğum esnasında birinin öldüğünü de biliyorlardı. Ablası araştırmalarının böyle son bulacağını bilmiyordu. Numara Galip’in ikizinindi, annesi doğumdan sonra terk etmişti onları, Galip’i babasına verip daha esmer tenli ikizini aldı yanına, kendince bir ayrım yapmıştı kafasında. Sonra da gitmişti işte, daha da kimse haber alamamıştı anneden. Kimse bilemezdi anne babanın da ellerindeki çocuğa Galip ismini koyacaklarını ve kimse bilemezdi Galip’in ikizinin Galip’le bir saat arayla aynı şekilde mezarı suladığını. O sadece kendisi gibi mezarı sulayan insanı merak etmişti; dikkatini çekmek için bırakmıştı tüm kağıtları. Kendisi her geldiğinde sulanmış olurdu mezar, sonralarda kendisinden önce geleni geçmek için erken gelip sulamaya başlamıştı. Galip’in numarayı aramadığını fark edince günlerce beklemişti mezarda ama gelmemişti Galip. Galip, Galip’i beklerken ölmüştü mezarlıkta. Ablası iki kardeşini de kaybettiğini öğrendi bu iki günde. Annesine ulaşmadı, gelmedi içinden.

Galip meğer o mezarda Galip’le konuşuyormuş, belki de bundan kendi kendine konuşuyormuş gibi hissetmiyordu. Kardeşi olduğunu hissetmişti belki, arada esen rüzgar bir saat sonra gelen Galip’e taşıyordu cümleleri. Ablası Galip’in mezarlığa gittiğini bilirdi eski günlerde. Galip’in o mezarın yanına gömülmesini istedi. Galip bedenini tanıdığı toprağa bıraktı, artık hatırlatmasına gerek kalmamıştı geldiğini çünkü gitmeyecekti geri. Bilinmezliğin içinde kaybolmuştu artık. Önemsiz gördüğü duygularını hep bir “bilinmeyen” olarak tek başına yaşamaya razıydı. Hayatındaki “tarafları” değil tek bir “tarafı” görebilmişti. Böylesine gerçek anlamda hayat denebilir miydi?

– Semanur TOPÇU

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: