Çırpınışlara Bir Son

 

Ağır karanlığın kokusu sinmiş gecelerden birinde, zamanın aktığını hissedemiyordum. Duvarda asılı kalmış bir tıkırtı bir sağa bir sola çarparken, ben hayatımı güneşten saklanan gökyüzünün en uç noktasında seyrediyordum.

Çaresizliğimin getirdiği hüznü, emeğimin karşılıksız kalışı zihnimi tonlarca basınç ile ezmeye devam ediyordu. Masaya yığılmış kalmış olan bedenim, ruhumdan bir haber doğrulmaya başlamıştı. Bu bir pes ediş değil baş kaldırıydı, dost sandığımız düzenin haksızlıklarına. Hayatın tam da on ikiden isabeti yakaladığı bir karşılaşma.

Tütünlerimin durduğu çekmeceyi açtım önce, sarabildiğim en kalın sigarayı sardım. Geçenlerde Kadıköy sokaklarında yürürken, yerde bulduğum sarı çakmağı çıkardım montumun cebinden. Yaktım ucu düşen kâğıdı tek hamlede. Yıllardır özlemini çektiğim adamın kokusunu çeker gibi çektim tüm zehri içime, nitekim sahici bir zehirdi bu.

Boğaza uzanan evlerin ardında kalmış penceremi araladım ve çıkıntısına sığdırdım tüm bedenimi. Gözlerimi kapadım, zaten yapayalnızdım bu şehirde “Daha fazla karanlık neden?” diye sordum kendime.

Çıkıntıya zar zor sığan bedenim kendini ileri attı bir seferde, kanatlarım açıldı sırtımdan ve saçlarım dalgalanmaya başladı İstanbul’un silueti karşısında. Her şeyin başlangıcıydı bu, heyecandan göğsüm sıkışmaya başlamıştı. Gerçek olamayacak kadar güzel bir hisse kapılmış giderken, tüm hüzünlerim boş sayfalarca hecelere bölündü yüreğimde. Akıp gidiyordu işte bedenimden.

Güneşin doğuşuna kadar süzüldüm sokaklarda. En tepeye çıktığım o an, güneş sahte yüzünü kızarta kızarta çıkarmaya başlamıştı. Son bir kez daha vazgeçtim her şeyden ve herkesten ama bir şeyler vardı biliyorum, yenidünya düzeninden uzakta kalmış, birileri mesela?

Birileri dedim de “Karşılaşmaktan yoksun kalan ruhun, son damlalarıydı onlar.” Delirmek istiyordum, hayatı unutmak yeniden başlayabilmek için. Oysaki peşimi bırakmayan tonlarca şey vardı. Katıksızca güçlenmek istiyordu bedenim, geceleri karanlıkta görebilmek kaybolanları ve gündüzleri aydınlanan yeryüzünü, kirinden arındırmak geçiyordu hayalimde.

Gözlerimi açtığımda daha derin nefes alabildiğimi hissediyordum. Çok geç kalmıştım ve ben bunu iki saatlik kısa uykumda yaşamıştım. Devam etmeliydim yeniden kapattım gözlerimi süzülmeye zamanın uslanmak bilmez boşluğuna.

“Neden geçeceğini umarak bekledim ki, kâğıt kalem getirin bana” diye seslendim, bulutların ardında kanat çırpan kuşlara. Engebeli yollar ardında beni bekleyen ve derinliğinde boğulmayacağımı bildiğim sulara açılmak istiyordum hala. Birkaç satır karaladım yıldızların arasına;

“Kumbaram önümde içi kalem dolmuş ve tek bir metelik bile sayamazken; gölgen, kokun yine içime doluyordu boş sokaklarda. Tıngırtısından mıdır hayatın orasını bilmem ama duvarlar boşluk olmaksızın diziliyordu yüreğime. Bir kaç rakam gözüme ilişiyordu ışığı aralanmış odanın ardında, küsuratı vardı büyük kayıp ruhumda.”

Şimdi uzaydan sesleniyordum Dünya’ya, ellerim sanki notalar şeklini almıştı ve kocaman bir orkestraya şeflik ediyordu. Evet, şimdi duyuyordum sessizliğin içindeki acı çığlığını kalbimin. Okudukça içime işleyen şiirler kulaklarımda, ben uzanmaya çalıştıkça hayata hayat yine benden çok uzaklara kaçıyordu bu gece. Pergelin ucunda sıkışmış kalmış ruhumla daireler çiziyordum etrafında, merkezdeki nokta ne zaman baksam yine sen oluyordun. Evvela boş duvarlarda asılı kalan son maskeler de düşüyordu. Tırnaklarımla kazıyordum derimi yeniden, sende bulduğum kimliğimi arındırmak için kirden.

Dudağımda nahoş bir kan tadı beliriyordu ve zihnime çarpıyordu, perde şimdi kapandı diyordum ancak ben yine nerede olduğumun farkında bile değildim. Çünkü bir ben biliyordum bu göğüs ağrılarının nasıl geçmediğini ve yine bir ben biliyordum yokluğun büyük yüküyle kaybolan hayatımı. Şimdi hepsi siliniyordu ruhumdan ve artık hissediyordum geri dönmenin tam sırası. “Özgürdüm, son altı saattir özgürdüm” diyordum ve esarete dönmek azap ediyordu zihnime. Dönmek zorundaydım işte, kimse bilemezdi bu sırrımı. Gizlediğim en derin hislerim gibi bu sırda ilelebet benimle kalmalıydı. Kendimi bulmuştum en nihayetinde, yine kendi içimde.

Sonra rüzgâr ile penceresinden tüllerin uçuştuğu eve yöneliyordu kanatlarım. Sırt üstü düşüyordum kırk yıllık parkenin üzerine. Yatakta, boylu boyunca uzanmış kıvır kıvır kızıl saçları yerleri süpüren kıza bakıyordum. Sıkıca kapanmış gözlerinden akan yaşları siliyordum, karşısında ters duran koltuğa bırakıyordum bedenimi kalan son nefesimle ve kendimi izliyordum.

Alarmın beni öfkeyle uyandırmasına kalkıyordum yataktan “Hayallerimizde yakamızı bırak” diyerek. Oysa zaman ilerlerken sesini duymadığımızı zannetse bile tıngırtısına uyandığımız her günün bir borcu vardı nihayetinde…

 

Cansın Birdane

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Nurcan seyhan

Söyleyemediklerimizi dillendiren bir yazı olmuş
Eline sağlık genç arkadaşım

%d blogcu bunu beğendi: