
Elektrik yine yoktu. Zaten çoğu akşam yoktu. Sanki şehir, karanlıkla anlaşma yapmış gibi her akşamüzeri lambaları söndürüp gecenin hükmüne boyun eğiyordu. Sobanın başında yanan odunların çıtırtısıyla birlikte, gaz lambasının titrek ışığı odanın duvarlarında hayaletimsi gölgeler oluşturuyor, sanki evin içindekilerle birlikte yaşayan başka ruhları da ortaya çıkarıyordu. Ben, sırtımı yastığa dayamış, battaniyenin altına sığınmış, gözlerimi tavana dikmiş, gölgelerle konuşuyordum içimden. (Aslında “divan” ya da “sedir” demek isterdim ama bu bile bizim evdeki o eski, kadife kumaşla kaplı, üstü dantelli, zamanla şekli bozulmuş, ama hâlâ inatla orada duran kanaviçeli yastık için fazla modern bir tanım olurdu. O yastık, hem yorgun sırtların dayanağı hem de sessiz bir ev hatırasıydı.) Hayal kuruyor gibi değil, bir rüyanın içindeymişim gibi; belki de çocuklukla delilik arasındaki o ince çizgide yürür gibiydim.
Oda kalabalıktı. Sobanın etrafına toplanmış misafirler, derin olmayan ama keskin dilli dedikodulara dalmışlardı. Her cümlede bir başkası yargılanıyor, her kahkaha başka birinin sırrını örseliyordu. Fakat bu dedikodular bile öyle içli, öyle kendine özgüydü ki, seslerin tonunda bir tür kader kabulü seziliyordu. Sanki konuşan herkes, konuştuğu kişiyi zaten bağışlamıştı, ama yine de anlatmak zorundaydı; çünkü yoklukta insan en çok kelime üretir, hele ki elektriğin olmadığı karanlıkta.
Yer sofrası toplanmıştı, çay bardaklarının dibi görülüyordu. Yerde halının üzerine serilmiş örtülerin üzerinde herkes kendi yerini bulmuştu. Çay bardaklarının tıngırtısı, sobanın içindeki odunların çıtırtısıyla karışıyor, bir köşede ise çocuklar kendi dünyalarına çekilmiş, yüzük saklama oyununa dalmışlardı. Odanın içinde ne varsa oyunun bir parçasıydı aslında: ev halkının ayağından çıkarıp bir köşeye yığdığı günlük çoraplar. Kimisi lastiği gevşemiş, kimisi yamalı, ama hepsi o eve, o insanlara aitti. Oyun basitti: yüzük o çoraplardan birinin içine saklanırdı ve diğerleri tek tek bakarak, sadece şeklini tahmin ederek yüzüğü bulmaya çalışırdı. Elle yoklamak yoktu; dokunamazdın, sadece gözlerinle sezmeliydin.
Bu oyunun bir başka kuralı da vardı sanki ama kimsenin yüksek sesle dile getirmediği bir kural: Elektrikler yoksa oyun başlardı. Belki biz böyle ezberlemiştik, belki de gerçekten karanlık bu oyunun gizli ortağıydı. Gaz lambasının titrek ışığında çorapların gölgeleri büyür, çocukların merakı derinleşirdi. Oyun, bir yüzükten fazlasıydı; paylaşılan bir sessizlik, bir bakış, bir sır gibiydi. Ve belki de o geceyi diğerlerinden ayıran tek şeydi.
Gözlerim oyunun o sessiz telaşından yavaşça uzaklaştı. Lambanın solgun ışığında şekil değiştiren gölgelerle birlikte bakışlarım duvara tırmandı. Sanki odadaki sesler geri çekilmiş, çıtırtılar durmuş, içimde yalnızca o eski sıvaların altından sarkmış çatlakların sessiz dili kalmıştı. Duvara bakıyordum. Eski sıvaların altından sarkmış ince çatlaklar vardı. Onlar da sanki zamanla birlikte büyümüş, yaşlanmış gibiydi. Geyikli halı duvarda asılıydı, rengi biraz solmuş, ama o gizemli kış manzarası hâlâ dimdik duruyordu. Onun yanında, çerçevesi hafifçe eğrilmiş bir tablo vardı: Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve arada bir melek figürü; kurban hikâyesinin görsel tasviri. Korkutucu ve kutsaldı aynı anda. Bir çocuğun zihninde ikisini birden barındıran imgeler.
Duvarın en üst köşesinde, bir çiviye asılmış Kuran-ı Kerim vardı. Tozlu kapağıyla, sanki her şeyi görüp susan bir bilge gibi orada duruyordu. Onun hemen yanında, örümcek ağına benzer bir gölge oyunu—sadece gaz lambasının ışığında görünebilen, sabah olunca kaybolacak olan bir tür sır gibi. O lambanın ışığı, bazen bir yüzü aydınlatıyor, bazen gözleri karartıyor, bazen de hayallerin içine usulca sızıyordu.
İşte o anda, gerçeklikten biraz uzaklaştım. Ben orada, Suruç’un elektriksiz bir akşamında, kalabalık bir evin içinde, sanki yalnızdım. Sıcaklık vardı ama içim üşüyordu. Belki geleceğin belirsizliğinden, belki de çocuklukla vedalaşmanın yaklaşan gölgesinden. Kendimi dışarıdan görüyordum: Bir çocuk, karanlıkta, sırtını yastığa vermiş, gözleri tavanda, hayalleri ise duvar çatlaklarında gezinirken…
Belki bir gün, o gölgelerden biri bana fısıldar: “Sen burada doğdun ama burada kalmak zorunda değilsin.”
Şimdi 43 yaşındayım. O doğduğum kasabadan çok uzaktayım. Ne o çamurlu sokaklar kaldı ayaklarımın altında, ne de gaz lambasının titrek ışığında büyüyen gölgeler. Elektrik artık hiç kesilmiyor, çocuklar çorapların içine yüzük saklamıyor. Onun yerine tabletlerde, telefonlarda, dijital oyunların içinde kayboluyorlar. Bizim için karanlık bir oyundu; onlar için ışık bile gereksiz artık.
Ama ben hâlâ o duvardaki çatlaklardayım. Hâlâ o yastığın kadife dokusunda, o sobanın çıtırtısında, o yüzüğü saklayan çorapların arasında bir yerlerdeyim. Zaman ilerledi, teknoloji gelişti, hayat değişti. Ama içimde bir yer, hâlâ o karanlık odada, gölgelerle konuşmaya devam ediyor.
Belki artık yalnız değilim gibi görünüyorum; çocuğum ve eşim var, işim var, kalabalıklar içindeyim. Ama o gecelerdeki yalnızlık başka bir şeydi. Sessizdi, derindi, tanıdıktı. Şimdi etrafım aydınlık ama içimde hâlâ o karanlık var. O zamanlar hayal kurardım; şimdi o hayallerin içinde yaşıyorum ama bazen kendimi hâlâ o duvar çatlaklarında gezinirken buluyorum. Çünkü bazı yalnızlıklar geçmez, sadece şekil değiştirir.
Şimdi, 43 yaşındayım. Oturduğum rezidansın 35. katında, geniş camların ardında deniz parlıyor. Evde klima uğultusuyla çalışıyor, yerde sessizce dolaşan robot süpürge halının desenlerini ezberlemiş gibi geziniyor. Duvarın karşısında dev ekran televizyon, oğlumun yarım bıraktığı PS5 oyununun donmuş sahnesini gösteriyor; bir savaşın ortasında unutulmuş bir karakter gibi. Salonda, sehpanın üzerinde açık bir tablet, ekranında renkli bir oyun; oğlumun parmak izleri hâlâ camda. Her şey ışıklı, her şey düzenli, her şey modern. Ama ben, bu parlaklığın içinde hâlâ o eski evdeyim.
İçimde hâlâ gaz lambasının titrek ışığı yanıyor. Hâlâ o çatlak duvarlara bakıyorum, hâlâ o çorapların arasına saklanmış yüzüğü arıyorum. Teknoloji ilerledi, hayat değişti, çocuklar başka oyunlar oynuyor. Ama ben, o karanlıkta başlayan hikâyenin içinden çıkamadım. Kalabalıkların ortasında, ışıkların içinde, yüksek katlarda bile yalnızım. Çünkü bazı yalnızlıklar, mekânla değil, zamanla derinleşir. Ve bazı anılar, sadece hatırlanmaz; yaşanır gibi sürer insanın içinde.




