
Uyandığımda, cümle henüz tamamlanmamıştı. Birinin kalemi satıra doğru uzanmış ama eli havada kalmış gibiydi. Bir fiil kayıptı, bir özne belirsizdi, bir zamir yanlış yerde gezinip duruyordu. Sanki bir tümcenin içinde unutulmuştum; parantez içine alınmış ucu açık bir anlam gibi.
Odanın köşesinde bir masa vardı. Vardı, ama kendinden emin değildi. Ses çıkarmıyor, gölgesi yere düşmüyordu. Sanki biri onu hatırlamayı bırakmıştı da masa olmayı unutmuştu.
Bir ses duydum, cümlenin sonuna fısıldıyordu. “Gel,” dedi, “eylemi ben çaldım.” Sesin ne bir ağzı vardı, ne de bir bedeni. Belki masanın silikleşmiş kenarlarından sızmıştı. Belki de kelimelerin arkasına saklanan bir suret, beni çağırıyordu.
Masanın üstünde bir kitap duruyordu. Kapağı boştu; ne başlık ne yazar adı vardı. Sadece solgun bir iz, sanki silinmiş bir kelimenin hayaleti. Sayfalarında yalnızca bağlaçlar vardı: ve, ama, çünkü, hâlbuki, yine… Hiçbiri hikâye anlatmıyor; sadece satırları birbirine yamalı bir dikiş gibi bağlıyordu.
“Unutma,” dedi bir sayfa, “biz sadece birleştiririz, çözmeyiz.” Ardından bir başkası ekledi: “Anlam bizim işimiz değil.”
Oysa ben bir fiil arıyordum; bir hareket, bir çıkış.
Gözlerimi ovuşturdum, dokunuşum eksikti; bedenimde tamamlanmamış bir şey vardı. Sınırları belirsiz bir gölge gibiydim, ışığın biçimlendirdiği ama dünyaya değemeyen bir yankı. Elimi yüzüme götürdüğümde, bir parmağın eksikliği ürpertti içimi. Aynaya baktım: Yüzüm vardı, ama benim değilmiş gibiydi. Ayna bana değil, içimdeki taslağa bakıyordu. Yansıma yoktu; yalnızca ihtimalin silik eskizi.
Arkamdan bir ses yükseldi: “Bu taslağın içinde fazla dolaşma. Cümlelerin içine yeterince uzun bakarsan, onlar da sana bakmaya başlar.”
Sesin sahibi koltuğun gölgesinde, kelimelerin arkasında gizlenmişti. Hiç okunmamış bir dipnot gibi belirsizdi. Ama gözleri vardı; her şeyi bilen ama müdahale etmeyen, kelimelerin sapacağı yeri önceden sezen bir çift göz.
“Beni kim yazdı?” dedim.
Omuzlarını silkti. “Belki de seni hatırlayan biri vardı. Belki yalnız kalmamak için biri bir karakter uydurdu. Ya da bir cümleyi kurarken senin içinden geçti. Fark eder mi?”
“Burası neresi?” diye sordum.
“Bitmemiş bir öykü,” dedi. “Başlangıcı yazılmış, sonu ertelenmiş bir cümle. Anlamı belirsiz, yönü muğlak. Eğer son paragraftan çıkamazsan, silinmiş cümlelerin arasına sıkışır kalırsın.”
Durdum. Zihnim buruşmuş bir kâğıt gibi kıvrıldı. “Ben yazılmış bir karakter miyim?”
“Herkes öyledir,” dedi. “Gözlerini kıstı. “Bazen noktalama işareti yanlış yerde olur, tüm hayat yeniden yazılır.”
Işık soldu. Duvarlar satırlara dönüştü; sıva çatlaklarından cümleler sızıyordu. Harfler yerlerinden sökülüp boşlukta sallanmaya başladı, her biri anlamını arıyordu. Biri bana doğru süzüldü:
“Senin yerin henüz belirlenmedi.”
İşte o an kavradım: Hikâyeyi değil, onu yazanı bulmalıydım.
Merdivenlerden indim. Ama her basamak, bir cümleden düşmüş notlar gibiydi; her biri bir redaksiyon müdahalesiyle oyulmuş, yeniden yazılmış benliğimin izlerini üzerinde taşıyordu. Birinde “bu karakter fazla suskun” yazılıydı, diğerinde “diyalog eksik, yeniden yazılmalı.” Bazılarında cümleler silinmişti; yalnızca boşluklar kalmıştı. Her adımda harflerim yer değiştiriyor, dizilimim bozuluyor, benliğim kırpılıyordu. Sanki editörün kalemi, varlığımın üzerinden geçtikçe ben biraz daha silikleşiyor, başka birine dönüşüyordum.
Karşımda bir kapı belirdi. Tek kelime yazılıydı üstünde: “Düzeltme.”
Kapıyı ittim. İçeride sararmış kâğıtlar, kurumuş mürekkep izleriyle dolu bir masa vardı. Orada oturuyordu. Yazar; ama kendi suretinden sızan bir hayal gibiydi; silikleşmiş bir geçmişin içinden gelmiş, yarım kalmış bir düşüncenin cisimleşmiş hali. Belki de gerçek değildi, ama ben ona inandığım sürece var olmaya devam ediyordu.
Başını kaldırdı. Gözlerinin altında, sözcüklerin suskunluğu birikmişti. Sanki karakterleriyle geceler boyunca cebelleşmiş ama sonunda her biri onu terk edip kendi hikâyesine yürümüştü.
“Sen mi geldin?” diye sordu.
“Evet,” dedim. “Benimle işin bittiğini sandın. Ama burada kaldım. Cümlelerin arasında.”
Yazar sandalyesine yaslandı. “Seni sildiğimi sanıyordum. Ama iz bıraktın. Bazı karakterler… şey… öyledir: Tam olarak yazılmazlar, ama tam olarak da unutulmazlar. Bir gölge gibi takılırlar cümlelerin kenarına; görünmezler ama boşlukları fark edilir…”
“Beni neden yazdın?” diye sordum.
Uzaklara baktı, eski bir hatırayı belleğinde arar gibi. “Kendimi unutmaktan korktum,” dedi. “Beni geçmişe bağlayacak bir yankı, geri dönüşte bir ses istedim.”
“Artık satırlarda sıkışmak istemiyorum,” dedim. “Yaşamak istiyorum; yalnızca anlatılmak değil… duyulmak, görülmek, anlaşılmak da.
Yazar başını salladı, bakışları masanın lekelerine takıldı. “Dışarıda roman kahramanlarına yer yok,” dedi kısık sesle. “Orası… boşlukla dolu. Gerçek kadar sessiz, unutulmak kadar geniş bir yer. Ama sen… belki bir istisnasın.”
Masadaki mürekkep titredi, harfler belirdi. Adım oradaydı ama soyadım hâlâ yoktu; bir cümlenin ucunda unutulmuş bir ek gibi yarımdı. Sanki geçmişin devamı olamayacak kadar silinmiş, geleceğe bağlanamayacak kadar eksikti.
“Bana kendi cümlelerimi kurma fırsatı ver,” dedim. “Artık bir taslak değil, yaşayan bir hikâye olmak istiyorum.”
“Hayır,” dedi. “Çünkü bir hikâye kendi cümlelerini kurmaya başladığında, artık yazara ihtiyaç duymaz. Ben… buna hazır değilim.”
Her şey çözülürken bir satır gibi kaydım zamanın içinden. Kendimi yağmur sonrası bir sokakta buldum. Kaldırım taşları parlıyordu; ama ışık bir kaynaktan değil, bir anının kenarından sızıyordu; anımsanmış bir anın içindeymişim gibi.
Bir çiçekçinin önünde duruyordum. Vitrindeki cam, yağmur sonrası buğuyla kaplıydı. İçerideki kadın, kıvırcık, kızıl saçlarıyla papatyaları saksıya yerleştirirken dünyayı unutmuş gibiydi. Her hareketinde neredeyse sessiz bir müzik vardı; tekrar eden, unutulmuş ama tanıdık bir ezgi gibi. Yüzünde solgun çiller vardı, ama onları gördüğümde hissettiğim şey, adını koyamadığım bir hatıranın yüzüme usulca dokunmasıydı. Sanki biri, bir zamanlar içimde açılmış ama hiç kapanmamış bir boşluğun kıyısına tekrar dokunuyordu.
Elim cebimdeki buruşuk kâğıda gitti. Bir şiir… ya da not. Belki bir alışveriş listesi. Ama o kâğıtta şu yazıyordu: “Ben ismi olmayan bir şiir miyim?”
İçeri girmeye çalıştım ama kapı yoktu. Sadece cama yazılmış bir cümle vardı—sanki zamanın içinden geçip buraya ulaşmıştı: “Sen bu sahneyi daha önce de yaşadın.”
Yazı, bir an duraksadı, sonra yavaşça silinmeye başladı. “Ne zaman?” dedim; ama sesim, camın buğusunda yankılanmadan kayboldu.
Önümde aniden bir kapı belirdi; rüyanın kıyısında açılan bir boşluk gibi. Kapıyı araladım. Kadın bana baktı; yabancıydı, ama bakışlarında tanıdık bir çağrı vardı.
“Sizde papatya bulunur mu?” dedim.
Yanıt vermedi. Elleriyle çiçekleri sarmalamaya devam etti.
Ve o anda anladım: Bu an, bana değil, bir başkasının düşüne aitti. Benim tarafımdan yaşanmamış, ama bana aitmiş gibi yazılmıştı. Belki bir yazarın kaleminden sızdı, belki ben düşledim. Belki de hiçbir zaman var olmadı; ama varmış gibi hissettirdiği için, onu en çok ben benimsedim.
Yavaşça diz çöktüm. Kalbim, gerçekle kurgu arasında yürüyen bir karakter gibi çarpıyordu; her vuruş, yazılmışla yaşanmış arasındaki çizgiyi biraz daha inceltiyordu.
Elimi buğulu yüzeye koydum. Islak bir iz kaldı. Bir harf yazdım: “E”. Sonra sildim. Gölgem, camın yüzeyinde buğuyla birlikte dağıldı. Geriye, kime ait olduğu bilinmeyen bir nefes kaldı.




