Türkçe şiirin çağdaş damarları içinde Altay Öktem’in sesini konumlandırmak için onun en çok alıntılanan, en çok paylaşılan dizelerine değil, belki de en çok “içinden” konuşan bir şiirine bakmak gerekir: “İbranice Sevdim Seni.” Bu şiir, okuru yalnızca bir aşk veya bir nostalji sahnesine davet etmez; aksine, “İbranice”nin simgesel ağırlığı ve “sevmek” fiilinin dil-dışı kudretiyle, bir varoluş sahnesi kurar. Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” cümlesi, Camus’nün “saçma” kavrayışı ya da Beauvoir’ın “özneler arası özgürlük arayışları” gibi kavramlar, bu şiirde doğrudan adlandırılmaz; fakat satır aralarında hep bir varoluşsal gerilim, bir kendini bulma ve kaybetme süreci sezdirilir. Bu makalede, Altay Öktem’in söz konusu şiirini, onun şiir anlayışının temsili bir ekseni gibi ele alacak; sonra da bu eksenden yola çıkarak şairin poetikasına dair bir izlek haritası çizmeye çalışacağım.

 

I. DİLİN KENARINDAKİ BİR DİL: “İBRANİCE” SÖZCÜĞÜNÜN ÇAĞRIŞIMLARI

Şiirin ilk çarpıcı yönü, dize sonuna yerleşen “İbranice” sözcüğüdür. Türkçe bir şiirin tam göbeğine yerleştirilen bu dil adı, bir “öteki dil” olarak okunabilir. “İbranice” yalnızca bir etnik veya dini kimliğin değil, aynı zamanda kutsallığın, yasaklığın ve gizliliğin çağrışımını taşır. Şairin “seni İbranice sevdim” demesi, yalnızca “başka bir dilde” sevdiğini söylemek değildir; aynı zamanda “seninle kurduğum ilişkiyi gündelik Türkçe’nin, gündelik duygulanımların, sıradan arzuların ötesine taşıdım” demektir. Bu yönüyle şiir, dilin sınırlarını zorlayan, varoluşçu bir yabancılık hissi yaratır.

Varoluşçulukta bireyin kendini dünyaya “fırlatılmış” bulması (Geworfenheit – Heidegger) ve dilin bu fırlatılmışlığı hem açması hem örtmesi, temel temalardandır. Altay Öktem’in şiirinde “İbranice” bu açma ve örtme işlevini aynı anda görür. “Sevgi” gibi hem bedensel hem metafizik bir deneyimin, doğrudan Türkçe kelimelerle değil de başka bir dilin adıyla ifade edilmesi, öznenin kendi yabancılığını kabul edişi gibidir. Burada aşk yalnızca iki kişi arasındaki bağ değil, kişinin kendi yabancılığıyla ilişkisi hâline gelir.

 

II. EZİK BİR KUŞUN KANADI: YARALI SEVGİNİN ONTOLOJİSİ

Şiirin ilk dizesi “ezik bir kuşun kanadını okşar gibi”dir. Bu imge hem şefkat hem de kırılganlık içerir. Kuş metaforu özgürlüğün, göçün, ruhun, yükselişin sembolüdür. Ama kuş burada “ezik”tir; yani uçamaz, düşmüştür, yaralıdır. Özne, sevgisini bu yaralı kuşa benzetir. Bu imge varoluşçulukta insanın “tamamlanmamış” oluşuyla tınlaşım kurar: Sartre’a göre insan “kendisi olmayan” bir varlıktır ve sürekli eksiklikle tanımlanır.

Bu kuş, aslında sevileni değil, belki de seven öznenin kendisini simgeler. Kanadı ezik kuşu okşamak, kendi yarasını okşamakla eşdeğerdir. Buradaki şefkat, “öteki”ne duyulan bir merhametten çok, “ben”in kendi yaralı yanına gösterdiği bir özen olarak da okunabilir. Altay Öktem’in şiirinde sık sık rastladığımız “kendine dokunma, kendi acını tanıma” vurgusu burada da belirginleşir.

 

III. TEZGÂH TOPLAMA, YERLERE YAYILMA: GÜNLÜK YAŞAMIN KİRLİ SAHNELERİ

Şair, ikinci dizede “boynu kırılmış bir simitçinin yerlere yayılan tezgâhını toplar gibi” der. Bu sahne, İstanbul sokaklarının bir alegorisidir: simitçi, tezgâh, sokak… Ancak burada simitçinin boynu kırılmıştır ve tezgâh yerlere yayılmıştır. Bu imge, hem ekonomik hem de fiziksel şiddeti çağrıştırır. Yalnızca bireysel bir aşk acısı değil, toplumsal bir kırılma, bir sınıf çöküşü, bir kent trajedisi de dile gelir.

Varoluşçuluk sadece bireysel bir kaygı değildir; özellikle Sartre ve Beauvoir’da gördüğümüz gibi, özgürlük her zaman başkalarının özgürlüğüyle iç içedir. Altay Öktem’in bu imgesi, bireysel bir aşkın toplumsal enkazın içinde nasıl gezindiğini gösterir. Böylece aşk, verimsiz bir duygusal alan olmaktan çıkar; simitçinin kanı, tezgâhın kırıntıları, sokakların kirli yüzeyiyle yan yana gelir. Bu, şiiri hem gerçekçi hem de saçma kılar.

 

IV. AYNI SOKAKLARDA BATA ÇIKA: YİNELEMEYLE VAROLUŞSAL TEKERRÜR

Şair “aynı sokaklarda bata çıka yürüdüğümüz” diyerek mekânın döngüselliğini vurgular. Varoluşçulukta Kierkegaard’dan beri “tekrar” kavramı önemlidir. Tekrar, hem bir yabancılaşma hem de bir özgürleşme imkânıdır. Altay Öktem’in şiirinde “aynı sokaklar” sadece fiziksel bir mekân değil, varoluşsal bir kısır döngüdür. Bu döngüden çıkmak mümkün değildir; ancak döngü fark edildiğinde, yani bilinçle karşılaşıldığında, özgürlüğün ufku açılır.

Bu bağlamda “aynı bıçak” imgesi de önemlidir. “Aynı bıçaktı dokundukça parmak uçlarımız ıslandıkça” dizesi, hem cinselliğe hem de şiddete gönderme yapar. Bıçak hem keser hem okşar; hem öldürür hem de dönüştürür. Bu, varoluşçuluğun özgürlük ve kaygı diyalektiğini andırır: her seçim, hem kurtuluş hem de ölüm içerir.

 

V. KAN VE ANLAM: AŞKIN AŞILDIĞI YER

Şair “akan akmazdı çünkü kandan daha anlamlıydı sevgimiz” derken, kanı “anlam”la yarıştırır. Kan, biyolojik bir zorunluluktur; ama “anlam” seçimin ürünüdür. Bu dize, Camus’nün “intihar” ve “saçma” üzerine kurduğu kanıtla akraba bir kavrayış sergiler. Kanın akışı bile anlamın inşasına tabi kılınmıştır; yani özne, biyolojinin ötesinde bir özgürlük talep etmektedir.

 

VI. YOKSUL KÖYLÜ, ALTIN KÜPÜ VE SARARIŞ

“Acı yoksul bir köylünün kara sabanına takılan altın dolu küpü sırtlamaktı” dizesi, şiirin en güçlü imgelerinden biridir. Bu sahne, tam bir saçma roman sahnesi gibidir: Camus’nün “Yabancı”sındaki Mersault’nun anlamsız cinayet işlemesi, ya da Sartre’ın “Bulantı”sındaki Roquentin’in nesnelerin katı varlığıyla yüzleşmesi gibi. Yoksul köylünün kara sabanına takılan altın küp, hem tesadüfî hem de adaletsizliği simgeler. Şair, sevgiyi bu saçma buluntuya benzetir: beklenmedik, yük olan, tesadüfî ve taşıması zor.

Bu, aşkın bir nimet değil, bir yük olduğu fikrini doğurur. Bu yükü sırtlamak, özgürlüğü de beraberinde getirir; çünkü kişi bu yükle ne yapacağını seçmek zorundadır. Böylece şiir, aşkı varoluşsal bir seçim, bir sorumluluk, bir saçma ama kaçınılmaz bir yük olarak çizer.

 

VII. BÜTÜN DİLLERİ ÖPMEK, SADECE İBRANİCE SEVMEK

Şiirin sonuna doğru şair “bütün dillerini öptüm, yalnızca İbranice sevdim seni” der. Bu, dil ve sevgi arasındaki ayrımı keskinleştirir. Öpmek bedensel, sevmek ise varoluşsal bir eylemdir. Özne, bütün dilleri öpebilir; yani dünyadaki bütün bedenlerle, kültürlerle temas kurabilir. Ama sevmek bir dilde yoğunlaşır; burada “İbranice”de. Bu, varoluşçuluğun özgül seçimi gibi okunabilir: kişi tüm olasılıkları deneyimleyebilir, ama bir seçim yaptığında kendi kimliğini kurar.

Bu son dize, Altay Öktem’in poetikasını da açığa çıkarır: Şair, dünyadaki bütün imgeleri, bütün dilleri, bütün acıları “öper” ama şiirsel özünü belirli bir varoluşsal noktada “seçer.” Bu seçim, şiirinin merkezine yabancılığı, ötekiliği, “başka bir dil”i alır.

 

VIII. ALTAY ÖKTEM’İN ŞİİR ANLAYIŞI: PARÇALI, YARALI, ÇOĞUL AMA KARARLI

Bu tek şiir üzerinden Altay Öktem’in tüm poetikasını okumak riskli olabilir; ama “İbranice Sevdim Seni” bize onun dünyasını anlamak için güçlü ipuçları verir. Öncelikle Öktem, şiirini verimsiz bir lirizmin içine hapsetmez. Sokaklar, simitçiler, kan, bıçak, kara saban, altın küp gibi imge setleri, hem kentli hem de kırsal bir gerçekliği, hem gündelik hem metafizik bir boyutu içerir. Bu, onun şiirinin “yeraltı” duyarlığını da gösterir.

Ayrıca Öktem’in şiiri, “ben” ve “sen” arasındaki ilişkiyi klasik bir aşk şiirindeki gibi idealize etmez. Burada “sen” çoğu zaman bir belirsizlik, bir yabancı, bir başkalık figürüdür. Bu, varoluşçu edebiyatın özneler arası ilişki anlayışıyla da uyumludur: Beauvoir’ın dediği gibi “öteki” hem tehdit hem de kurtuluş kaynağıdır.

Altay Öktem’in poetikasının bir diğer yönü de “imge yoğunluğu” dur. Her dize, bir başka dizeye atlayarak ilerler; aralarında değişmesi bir doğruyla gösterilebilen bir anlatı yoktur. Bu da varoluşçuluğun “saçma” deneyimiyle akrabadır: dünya bir bütün olarak anlamlı değildir; anlamı biz kurarız. Bu şiirde de okur, anlamı imge yığınlarının arasında aramak zorunda kalır.

 

IX. KENDİ YARASINI YAZAN ŞAİR

Varoluşçulukta özgünlük, kişinin kendi yarasını, kendi kaygısını sahiplenmesiyle ilgilidir. Altay Öktem’in şiiri, tam da bunu yapar. “İbranice Sevdim Seni” deki her imge, şairin ya da öznenin kendi yarasına dokunuşudur. Buradaki yaralar toplumsaldır, bireyseldir, bedenseldir, metafiziktir.

Bu, Türkçe şiirde nadiren bu denli çıplak bir şekilde görünür. Geleneksel lirizmin “güzel” dili yerine, sokakların, kirin, kanın dili tercih edilmiştir. Bu tercihle birlikte şair, okuru da kendi varoluşsal kirine davet eder. Bu kir, aslında özgürleştiricidir; çünkü sahicidir.

 

X. YENİLİKÇİ VE KIŞKIRTICI BİR OKUMA OLARAK “İBRANİCE”

Makalenin başında söylediğim gibi, bu şiiri bir aşk şiiri gibi değil, bir varoluş sahnesi gibi okumak gerekir. Bu okuma, Türkçe şiir okuruna da yeni bir pencere açar: aşkın dilini başka bir dille düşünmek, sevgiyi yaralı bir kuşa benzetmek, aynı bıçakla defalarca kendine dokunmak… Tüm bunlar, şiirin bir duygulanım nesnesi değil, bir düşünce deneyimi olduğunu gösterir.

Bu bağlamda Altay Öktem’in şiiri, varoluşçuluğu “ithal” bir felsefe olarak değil, sokaklarda, simit tezgâhlarında, cami avlularında yaşanan bir deneyim olarak sunar. Sartre’ın kahvelerinde, Camus’nün Cezayir sahillerinde dolaşan varoluşçu kahramanlar, burada İstanbul’un arka sokaklarına tercüme edilmiştir.

 

XI. SONUÇ: VAROLUŞUN DİLİNDE BİR ŞİİR

“İbranice Sevdim Seni” Altay Öktem’in şiir anlayışını anlamak için bir anahtar işlevi görür:

XI.I Yabancı bir dili (İbranice) aşkın dili olarak seçmek,

XI.II Yaralı ve yoksul imgelerle duygunun bedensel-toplumsal bağlamını göstermek,

XI.III Bıçak, kan, saban, altın küp gibi uç imge kümeleriyle saçma bir evren yaratmak,

XI.IV “Sen” ve “ben” arasındaki ilişkiyi belirsizlik ve yabancılık üzerinden kurmak,

XI.V Ve en önemlisi, varoluşsal bir seçim ve sorumluluk duygusunu şiirin merkezine yerleştirmek.

Bu özellikler Altay Öktem’in poetikasının kışkırtıcı ve yenilikçi damarını temsil eder. O, şiirinde yalnızca duyguların değil, düşüncelerin de, yalnızca bireysel dramların değil toplumsal çatlakların da izini sürer. Bu yüzden “İbranice Sevdim Seni” şiiri, yalnızca bir aşkın ya da bir hatıranın değil, aynı zamanda bir poetikanın manifestosu gibi okunabilir.

Bu makale boyunca şiiri varoluşçulukla birlikte okuduk; çünkü bu şiirde dile gelen her imge, bir “var” olma mücadelesinin, bir “anlam” arayışının, bir “saçma”ya rağmen sevme inatçılığının yankısıdır. Altay Öktem’in şiir anlayışı, bu anlamda Türkçe şiirde hem geleneksel aşk şiirine hem de modernist kırılmalara meydan okuyan bir konumda durur. Onun şiiri, okuru yalnızca duyumsamaya değil, düşünmeye, sorgulamaya, kendi yarasıyla yüzleşmeye çağırır.

Böylece “İbranice Sevdim Seni” şiiri, varoluşçu bir perspektifle okunduğunda, yalnızca bir dize dizisi değil, bir yaşam deneyimi, bir etik ve estetik önerme hâline gelir. Altay Öktem’in poetikasını bu şiirden yola çıkarak okumak, Türkçe şiirde “başka bir dilde” konuşmanın, “başka bir varoluşta” sevebilmenin mümkün olduğunu bize hatırlatır.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments