Kuru yaz sıcağının, insanın suratına tokat gibi vurduğu günlerden biriydi. Hava öyle yakıcıydı ki, rüzgâr esse dahi ocaktan fışkıran duman gibi teni yakıyordu. Kahvenin önü her zamanki gibi kalabalıktı ama bu kalabalık neşeyle değil, lakırtıların gürültüsüyle doluydu. Herkes yanındakine konuşuyor, kimse birbirini tam anlamıyla dinlemiyor, herkes sağa sola laf yetiştiriyordu.

Başköşede, her zaman olduğu gibi, yine Topal Osman oturuyordu. Hac vazifesini yerine getirdiğinden beri herkes ona “Hacı” der olmuştu. Topallığı, asayla yürüyüşünden gelirdi. Küçükken bacağı kalçasından kırılınca yan köydeki sınıkçıya götürmüşlerdi. İhtiyar adam, kırığı düzgün saramayınca kemiği yanlış kaynamış. O günden sonra asayla yürür olmuş, zamanla köylü ona Topal Osman demeye başlamıştı. Sözü bir başladı mı, susmak bilmezdi. Her meselede kendince bir fikir beyan eder, herkesin kulağını tırmalar, sabrını taşırırdı.

Karşısında Almanya’dan üç haftalığına izne gelmiş olan Kavruk Üsüün oturuyordu. O konuşuyor, Üsüün de dinliyordu. Üsüün’ün esas adı Hüseyin’dir, dedesinin adı. Altı yaşından itibaren dağda bayırda koyun güttü. Yazları aşamader güneşin altında kavrulurdu. Teni esmere çalınca ona “Kavruk” denilmeye başlandı. Sonradan şansı yaver gitti de ahretliğini düşünen birisi elinden tuttu ve onu Almanya’ya götürdü. Üç senedir orada, bu da ikinci izniydi.

Topal Osman da zamanında Almanya’ya gitmişti. Boynundaki zinciri ve bileğindeki kolyeçi oradan almış. Topu topu iki yıl kalabilmiş. Kendi deyişine göre oralar ona göre değilmiş. “Yapamadım,” deyip geri dönmüş. O iki yılı öyle bir anlatırdı ki sanki kırk yıl yaşamış gibi: “Alamanlar beni pek severdi,” diye başlar, “Bira fabırgasında çalıştıydım, beni elleriyle seçtiler!” diyerek bitirirdi.

Üsüün onun bu palavralarından bıkmış olacak ki, klasik bahanesini uydurdu:

“İlçi’den arkadaşım gelecek, bana uğrayacak,” diyerek yan köyden Alamancı arkadaşının geleceği yalanını söyledi ve kalktı. Kahvenin hemen bitişiğindeki iki göz damına doğru gitti. İçeri girince, arkasından gelmesin diye evin çit kapısını çekip seklem bağıyla iki düğüm atarak bağladı. Üç-beş günlük izni kalmıştı; onu da Topal Osman’ın hikâyelerine kurban etmek istemez bir hali vardı.

Ben tüm bu olanları kahvenin karşısından izliyordum. Az önce patostan gelmiştim. Kahvenin karşıdaki Şeker Pınarına inip elimi yüzümü yıkadım, kana kana su içip kurumuş dudaklarımı ıslattıktan sonra kahveye yöneldim. Bir bardak çay içip eve geçmeyi planlıyordum.

“Selamünaleyküm,” diyerek dağılan kalabalıktan geriye kalan iki kişinin tam karşısına dışarıdaki sandalyelerden birine oturdum. Bunlar: Topal Osman ve kahveci Şaidin’di. Onların birkaç metre karşısına oturmuştum. Çay getirmesini isteyince kahvecinin yüzü parladı, ocağa doğru seğirtti.

O gidince Topal Osman lafa girdi:

“Nirden geliyon, yiyenim?”

“Patostan dayı,” dedim ve elimi gömleğimin cebine attım. Maltepe paketimi çıkartarak sigara yaktım.

İlk nefesi ciğerlerime çekip burnumdan yavaşça bırakmıştım ki sesi duydum:

“Ver bi cigara da bana.”

Bir an donakaldım. Sigortadan emekli, üstüne bir de Almanya’dan üç ayda bir maaş alan Topal Osman, yaz aylarında okul harçlığını kazanmak için çalışıp çabalayan benden utanmadan sigara istemesi şaşılacak bir durumdu. Başımı sağa sola sallasam da, yiğitlik bende kalsın istediğim için kalktım, yanına kadar vardım ve tek dal sigarayı uzattım.

Aldı. Geri yerime dönerken tekrar seslendi:

“Kibritini de ver!”

“Pe süpanallah,” dedim içimden, sinirimi bastırmaya çalışarak.

O sırada kahveci Şaidin çayımı getirdi. Bardak altlığını avucuma bıraktı, fakat nedendir tekrar gidip Topal Osman’ın yanına, yerine oturmadı; yanıma ilişti. Az sonra da başını hafifçe eğip Topal Osman’ı başıyla işaret ederek:

“Gitmiyor şerefsiz! Faydası da yok” dedi.

Bu lafına güldüm. O da benim güldüğümü görünce gülümsedi. Sonra dizime hafifçe vurdu:

“Patostan mı?” diye sordu.

“He,” dedim.

Çaydan yudum aldığım sırada kahveci Şaidin’in yüzü aniden ciddileşti. Alnını kırıştırdı. Kaşlarını çattı. Çatık o kaşlarının altındaki gözlerle karşıya, yola bakıyordu:

“Geldiler yine,” dedi.

Başımı o yöne çevirdim ve bakışlarını takip ettim.

Gelenler, köyün yoksul ailelerinden birinin oğlan çocuklarıydı. Bu yana doğru geliyorlardı. Biri sekiz, diğeri altı yaşında olan çocukların saçları her zaman olduğu gibi sıfır numara tıraşlı, kıyafetleri perişandı. Ayaklarındaki lastiklerin biri büyük, biri küçük; biri delik, biri yırtıktı. Elleri yüzleri toz toprak içindeydi.

Kıçlarında durmayan pantolonlarını çeke çeke sessizce önümüzden geçtiler ve Kavruk Üsüün’ün damının çit kapısına vardılar… Kahvecinin bu duruma neden sinirlendiğini anlayamadım, sormaya da çekindim.

Çocuklar içeri girince kahveci yanımdan kalktı, kahveye girdi. Ardından da Topal Osman “Destur” diyerek ayrıldı. Ortalık bir anda sessizliğe bürünmüştü. Çayımı bitirmiş olmama rağmen gitmek istemiyordum. Çünkü az önce önümden geçen çocukların Kavruk Üsüün’ün damına neden girdiklerini ve içeride neler olacağını merak ediyordum.

Olduğum yerden Topal Osman’ın kalktığı yere geçtim. Hemen arkamda yüksekçe bir duvar vardı. Duvarın arkasını görmem mümkün değildi ama işitmek için yeterince yakındım. Kulaklarım duvarın arkasında, bedenim ise iskemlede öylece beklemeye başladım…

Beş dakika geçti.

Az sonra dolu bir kahkaha patladı. Bu, Kavruk Üsüün’dü. Katıla katıla gülüyordu. Ardından oğlan çocuğunun sesini işittim. Ses çekingen, mahcup ama ritmikti… Büyük oğlan şiir okuyor gibiydi. Üsüün her dizeye kahkahayla karşılık veriyordu.

İyice kulak kabarttım:

“Kurt geldi kapına

Altın dolsun küpüne,

Ala acıynan tuttu

Kılıynan, gılçıyınan yuttu…”

Her bir kıtanın ardından dolu dolu kahkaha! Öyle ki artık iyice duyulur olmuştu.

Kahveci Şaidin öfkesi yüzünden taşar halde geri döndü. Neler olduğunu sordum. Anlattı: Kavruk Üsüün, çocuklara her gün gelmelerini söylemiş. “Gelin şiir okuyun, türkü söyleyin, deyiş deyin, bende size para veriyim,” demiş. Çocuklar da alacakları üç beş kuruş uğruna gelip şiir gibi eski deyişler okuyormuş. O da bunun karşılığında onlara bir miktar para veriyormuş. Dinlerken de, seslerinin kart oluşuna, dillerinin bazı laflara dönmemesine, lafın sonunu getirememelerine kahkahalarla gülüp onlarla eğleniyormuş. Bir nevi çocukları alence aracı olarak kullanır olmuş.

Bunları duyunca Üsüün’e karşı içimde kocaman bir öfke kabardı. Çünkü onun da bundan birkaç yıl önce bizden farkı yoktu. Aynı dağlarda koyun güden, aynı ovalarda ırgatlık eden, aynı kara lastikle yılları deviren sanki o değildi. Şimdi zamanın karşısına geçmiş, yaşadıklarının acısını gariban çocuklar üzerinden güya eğlenceye çevirmek ister bir haldeydi… Aklı sıra onları küçüksüyordu. Bu, cahillikle açıklanamazdı. Çünkü bunun adı bal gibi görgüsüzlüktü… Vicdansızlıktı…

Birkaç dakika sonra sesler kesildi. Sonra çocuklar çit kapısından çıkıp koşarak karşı bakkala girdiler. Bir süre sonra ellerinde birer külah dondurmayla çıktılar ve geldikleri yöne evlerine doğru gittiler.

Bende yaşamdan bir haber çocukların yoksulluğunu gülme sebebi yapan Kavruk Üsün’ün kendi geçmişine tükürmesi gerçekliğini o gün orada bırakıp usul usul evimin yolunu tuttum…

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments