
Sabahın ilk vapuru, kıyıya çarparken çıkardığı metalik iç çekişle durdu. Sis, suyun üstünde yürümeyi öğrenmiş bir beyaz hayvan gibi burnumuza kadar sokuldu. İskelede turnikeden geçerken görevlinin dudakları “Dikkat, görüş kısıtlı” dedi; sesi, sisin içinde hafifçe boğuldu.
Geldim. Bir elimi montun cebine, diğerini tutacaklara bıraktım. Telefonu uçak moduna aldım; sisin içinde çekmeyen bir şebeke gibi ben de kendimi kapattım. İçeride yer bulamayanlar pencerelere yapıştı—camda nefesler, kısa cümleler… Kimi dua ediyor, kimi “geç kalacağım” diye kendi kendine söyleniyordu.
Birden güverteden bir tıkırtı geldi. Kafamı çevirdiğimde, genç bir kız korkuyla eğildi, yanındaki adamın omzuna dokundu: “Baba?” Adam başını yana düşürmüş, bakışını bir noktaya sabitlemişti. İçeri doğru bir uğultu yürüdü: “Bayıldı, doktor var mı?”
Ayağa kalktım. Kimseye “Ben hallederim” demedim; sisin dili kısa cümleleri sever. Adamın yanına çömeldim, kemerini gevşettim. “Nabız var,” diye fısıldadım kıza. “Babana adını söyle, duysun.” Kızın sesi hemen bulundu: “Ercan. Baba, ben buradayım.”
Görevli biri koştu: “Kaptana haber verdim.” Diğeri çantasından ammonia çıkarır gibi telaşla bir şey aradı. “Su getir,” dedim, “ama az.” Adamın başını usulca yan çevirdim, havayı açmak için penceredeki buğuyu kolumla sildim. Sis camın arkasından içeri baktı; bense onun dışarıda kalmasını istedim.
Vapur birden düdük çaldı, sis daha da yakınlaştı. Motorun sesi göğsüme dayanan bir kedi gibi mırıldandı. İçimde korku yok muydu? Vardı. Ama korku, karar verince uslu durur.
Kızın parmakları buz gibiydi; avuç içerisini kendi sıcaklığımla kapladım. “İyi olacak,” dedim, sözlerimi bir battaniye gibi sererek.
Yan tarafta bir kadın, çantasından minik bir kolonya çıkardı. Onu uzatırken bakışlarımız buluştu; konuşmadık. Sis, kelimeleri kısaltır; gözlerin işi daha çoktur böyle havalarda. Kız babasının şakağına kokuyu sürdü. Adamın kirpiklerinde bir titreme, hemen ardından ince bir öksürük: “Neredeyim?”
“Vapurdayız,” dedim. “Kıyıya yanaşıyoruz.” Kaptanın anonsu yetişti: “Sayın yolcular, yoğun sis nedeniyle sürat kesiyoruz, merak etmeyiniz.” Güverteden gövdeye kadar her parça, bir miktar güven sesine döndü.
Adam oturur hâle gelince kan şekerini sordum—alışkanlıktı, yıllar içinde damlayan musluklardan, ateşli çocuklardan, komşunun yarığından akıp gelen tecrübe… “Var,” dedi kısık bir sesle, “bazen düşer.” Kızı çantasından bir bisküvi buldu; küçük ısırıklarla bekledik. Ben süre tuttum; sis zamanı uzatır, biri tutmazsa dağıtır.
Bir köşede genç bir çocuk, olacakları çekmek için telefonunu kaldırdı. Göz göze geldik. “Lens buğulanmış,” dedim sakinlikle. O an vazgeçti; bazı kayıtlar, şahitliğin ağırlığını taşıyamaz.
Vapurun yanlarından martı sesleri gelmedi bugün; sis onların yerini almış, beyaz kanadı suya indirmişti sanki. Kıyı çizgisi görünmeden dalga sesi kıyıyı haber verdi. Demir, suların içinden yavaşça yükseldi; zincirin sesinde bir evin kapısına varmanın ferahlığı vardı.
İskeleye değdiğimizde görevli, gerekirse sedye çağırabileceğini söyledi. Adam, “Gerekmiyor,” dedi. Yüzünde terle karışık bir mahcubiyet, kızın gözlerinde suda çalkalanıp kıyıya vurmuş bir rahatlık… Onları kalabalığın arasından iskeleye kadar götürdüm; kalabalık da yol açtı. Sis, kalabalıkları birbirine yaklaştırır; tanımadığın omuz, bir anlığına tanıdık olur.
Ayrılırken kız bana döndü: “Teşekkür ederim.” Elimi uzatmadım; cümleyi uzatmak istemedim. Sözlerin fazla sıcaklığı da buhar yapar. Sadece başımı salladım: “Geçmiş olsun.”
Kıyıya adım attığımda telefonumdaki uçak modunu kapattım. Ekran bir anda bildirimlerle ışıldadı. Derin bir nefes aldım, sesindeki deniz kokusunu ayırmaya çalıştım. Hastaneye gidecektim; orada annem bekliyordu—sisli odamızda çiçek gibi kokmayan serum şişeleri, camdan içeri giren soğuk.
Yürürken fark ettim: Sis artık yalnızca suyun üzerinde değildi. Parmaklarımın sıcaklığında, az önce tutulmuş bir bileğin hatırasında, yabancı bir kızın “baba” derken yeniden bulduğu sesinde… Belki de sis, hayata en çok yaklaşabildiğimiz anlarda yoğunlaşıyordu.
Köprüye çıkan merdivenin yarısında dönüp denize baktım. Vapur, ardında belli belirsiz bir beyaz kuyruk bırakarak uzaklaşıyordu. İçimde bir cümle yer etti; yüksek sesle söylemedim. Çünkü bilirdim: Bazen söylenen değil, sisle yazılıp içimizde okunan cümle bizi eve götürür.




