1920’lerde, Yeni Türk Edebiyatı’nda Batı etkisi ve realizm akımı gözlemlenirken, Batı’da Büyük Savaş’ın ardından yine aynı dönemlerde toplumun “kural tanımaz” ve “ahlak dışı” yaşam tarzı benimsedikleri gözlemlenmektedir. Caz Çağı her ne kadar refah düzeyinin artması ve anın yaşanmasının öneminin vurgulanması anlamını taşısa da eserlerde kaçış temalarıyla bu refah anlatımına karşın daha zıt bir portre çizer. O dönemlerde Amerikan toplumu için geleneksel inanç anlayışını reddetmekten söz edilebilse de yerine tam olarak ne koyacağını bilemeyen bir toplumdan bahsedilir (Ulucan, 2023). Selahattin Enis Atabeyoğlu (1892 – 1942) ve Osman Cemal Kaygılı (1890 – 1945) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’na ürünler vermiş iki Türk yazardır. F. Scott Fitzgerald (1896 – 1942) ise “Çalkantılı Yirmiler” olarak da bilinen Caz Çağı’nda ürünler vermiş Amerikalı bir yazardır. Bu üç yazar, 1890’larda doğup 1940’larda vefat etmişlerdir. Bu çalışmada ışık tutulacak Türk Edebiyatı öyküleri ne kadar Batı etkisi altında diye değil, aksine hem bu öykülerde hem de seçilen Amerikan öyküsünde ortak bir unsur olan kadın karakterinin nasıl ele alındığı incelenecektir. Bu yazıda Cumhuriyet’in İlk Yılları’na ait Enis’in Bataklık Çiçeği, Kaygılı’nın Gonca’nın İntiharı, Amerikan Caz Çağı’ndan Fitzgerald’ın Uzun İnce Yol adlı öyküleri anlatım biçimleri, temaları, olay örgüsü ve kadın temsilleri açısından karşılaştırmalı bir şekilde incelenecektir.

Bu çalışmada sözünü edeceğimiz ilk kısa hikaye Selahattin Enis’in Bataklık Çiçeği adlı öyküsüdür. Metin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın 2022 yılında yayınladığı Türk Edebiyatı Klasikleri 66 numara olan Günümüz Türkçesiyle Selahattin Enis – Bataklık Çiçeği adlı kitaptan seçilmiştir. Selahattin Enis, Bataklık Çiçeği’nde genç bir adamın geçtiği her şehrin bir harabeye dönmeye mahkum olduğu Semra adlı bir kadının ihanetine karşın ettiği isyanı anlatır. Öncelikle, hikayede anlatıcı ve erkek kardeşinin adı verilmezken sadece seslenilen ve öfke duyulan karakter olan Semra’nın adına yer verilir. Buna rağmen Semra ile kurulan herhangi bir diyalog yoktur; sadece bahsi geçmektedir. Dolayısıyla kendisini savunabileceği tek cümlelik hakkı bile yoktur. Yusuf Çopur, “Selahattin Enis’in Öykülerinde Kadın” adlı makalesinde Enis’in öfke ve nefret gibi duyguların hakim olduğu öyküler kaleme aldığını yazar. Kadın karakterlerinin çoğu kötüdür (Çopur, 2021). Bu hikayedeki erkeklerin isimlerinin verilmemesini, kötülüğe neden olanın (kadın) belli olduğu, dolayısıyla onun adının (Semra) ortada olmasının doğal olduğu şeklinde yorumlarsak yerinde olacaktır. Zira, Çopur makalesinde Ürün Şen Sönmez’in “Türk Romanında Kötülük” adlı çalışmasına değinerek Selahattin Enis öyküleri söz konusu olduğunda kadınların bireysel ve sosyal anlamda kötülüklerin sebebi olarak görüldüğünü öne sürer. Enis, toplumun ahlaki hezeyanına ışık tutarken bunu seçtiği hayat kadını karakterleriyle yapar. Toplumsal konumu düşük olan bu hayat kadınları dışındaki kadın karakterler de ya eşine ya da ailesine karşı türlü sadakatsizliklerle donattığı karakterlerdir. Örneğin, öyküde Semra’nın evli iken gayrimeşru ilişkiler yaşadığına değinilmektedir. Çopur’un makalesinde yazdığına göre Selahattin Enis, kadınlara olan “kötü” bakış açısını öykülerindeki kadın karakterlerine yansıtmaktadır. Aşağıdaki alıntı ile yazarın nefret ve kötülük açısından üslubuna bir örnek verebiliriz.

Sarhoş baban senin ilk varlığının özünü alkolden almış, hasta anan seni kokuşmuş ve ekşimiş bir kanla beslemişti. Seni babanın damarlarından alıp ananın karnına ulaştıran tesadüfe binlerce lanet olsun! Onlar seni doğurmak için birleştikleri vakit şüphesiz ki göğün bütün lanet kapıları açıldı. O saniye için dünyaya yalnız küfür ve lanet yağdı, doğduğun vakit ihtimal yeryüzünün dayandığı büyük bir direk yıkıldı. Sen bu kadar fena bir mahluksun. (Enis, 2022, 2).

Anlatıcı, Semra’ya yitirdiği parası, akıl sağlığı ve zekası için oldukça öfkelidir. Oysa Semra için anlatıcımız tüm gençliğini ve servetini feda etmiştir. Anlatıcı, bu geçmişi günah ve pislikle dolu olduğu söylenilen Semra’yı çevresinin onaylamayacağını bildiği halde yine de affetmiştir. Ancak bu büyük bir gençlik hatasıdır çünkü Semra sadece güzel bir kadın olup kötü bir insandır. Öyle kötüdür ki, bunda ne çevresinin ne de anne babasının payı vardır; onun ruhu zehirli bir yılandır ve böyle bir yılanın yaşamına son vermek ellerinde iz bırakacaktır.

Eğer çöplüklerde yetişmiş adi bir yılanın kanını dökmek ellerimi kirletmeseydi seni öldürür; İstanbul’un en yüksek bir noktasında açılmış en yüksek bir penceresi önünden senin soğuk cesedini kollarımın üzerinde kaldırarak teşhir eder ve böylece seni en güzel kadını olarak kabul eden bütün bir memleketin aşk ve inancıyla eğlenirdim. (Enis, 2022, 6).

Oysa anlatıcımız Semra’yı hiç sevmediğini ve defalarca ayrılmak istediğini söylemektedir. Bunu hiç yapamamıştır çünkü Semra uzun ve kıvırcık kirpikleriyle çok güzel bir kadındır. Enis’in öykülerinde kadınların fiziki tasvirinde dikkate değer nokta göz betimlemeleridir (Çopur, 2021). Gencimiz Semra’nın bu güzel gözlerine lanet eder, hatta onların kör olmasını diler.

Bu kadını bir “mezbele” içinde yaşarken alıp bir “gül bahçesine” çıkardığı halde hasta erkek kardeşi ile el ele verip kendisini sarhoş ederek ihanet etmesine anlam veremez, nefret kusar. Annelerinden geçen bir hastalık neticesinde bununla mücadele etmek zorunda kalan erkek kardeşinin tüm sorumluluğu hikayeyi anlattığını varsaydığımız gencimizde imiş. Kardeşiyle birlikte yaşadıkları güzel ve temiz eve Semra’nın saadet ve neşe dışında bir şey getirmesi beklenmezken Semra kardeşini kendisine karşı kullanarak yapmacık bir samimiyetle ihanet ettirmiş. Son dayanağı olarak gördüğü kardeşinin kendisini yalnız bırakması ile birlikte anlatıcı merhametini kaybederek sarsıcı bir öfke buhranına girmiş. Sinirlerini yatıştırmak adına son nefesine kadar alkol tüketmek istemesi ile öfke ve nefretini ne denli yüksek bir perdeden ifade ettiğini açıkça görmekteyiz. Öykü içerisinde İstanbul’un en güzel kadını ve kendisinin de karısı olduğu söylenilen Semra geçmişinin ötesinde kardeşiyle birlikte işlenen günah sonrasında yeniden değersizleşmektedir.

Özetle, Enis’in bahsi geçen öyküsünde berrak bir şekilde temas edebileceğimiz iki nokta anlatım biçimi ve üsluptur. Bataklık Çiçeği birinci tekil şahıs ile, hatta “Sevgili …” diye yazılsa günlük ya da mektup diyebileceğimiz bir biçimde, direkt Semra adlı karaktere hitaben yazılmıştır. Hikayede hiçbir şekilde karşılıklı konuşmaya yer verilmemesi, Semra’nın şehrin en güzel ve kötü “mahluk” olması, anlatıcı tarafından verilen kesin hükümler ile doğrudan paralel bir mantıkta işlenmiştir.

İnceleyeceğimiz ikinci kısa hikaye ise Osman Cemal Kaygılı’nın Gonca’nın İntiharı adlı öyküsüdür. Metin, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın 2023 yılında yayınladığı Türk Edebiyatı Klasikleri 79 numara olan Günümüz Türkçesiyle Osman Cemal Kaygılı Toplu Hikayeleri Birinci Cilt Perili Bostan adlı kitaptan seçilmiştir. Gonca’nın İntiharı, Enis’in hikayesinin aksine doğrudan kötü kadın portresi çizmez. Bataklık Çiçeği’nde olmayan bir karakter boyutu Gonca’nın İntiharı’nda yerini alır çünkü bu hikayede Gonca’nın çocukluğuna, ergenliğine ve kimliğine dair birtakım bilgilere yer verilir. Kaygılı öyküsünde birinci tekil şahıs anlatımı kullanmaz. Hikaye düğün ile başlar. Yırık Hasan’ın kızı Gonca, Delibaş’ın oğlu Katmer ile evlendirilir. Düğün yerinde bir yandan yemekler pişer, diğer yandan insanlar dans ederler. Erkeği kadını üst başlarına özen göstererek düğüne teşrif etmiş, keyifli vakit geçirmektedirler. Bu ortamda suratı asık olan tek kişi yeni gelin “sarı saçlı, solgun benizli, nefti ve şehla gözlü, narin Gonca” ve “arkadaşlarından ayrı bir yerde çifte zincirlerle bağlı duran” bir ayıdır (Kaygılı, 2023, 125). Dayısı Ethem, Gonca’ya bir gün bir ormanda yakaladığı ayıyı getirmiş. Gonca gece gündüz onunla ilgilenmiş çünkü kendisine bir arkadaş olmuş. Adını Samur koymuş. Büyürken tüm işi gücü gece gündüz bu ayıyla vakit geçirmek, onunla beraber yatmak, İstanbul’da baktığı fallardan kazandığı para ile bulup buluşturarak aldığı yiyeceklerle beslemek olmuş. Öyle ki, ayıları oyuna alıştırmak ve terbiye edebilmek için geldiklerinde bu durum ona sinir krizleri geçirtirmiş.

On altı yaşında düğünü yapılan Gonca, öksüz ve yetim bir kız çocuğudur. Annesi Sarı Fatoş doğumda çok kan kaybetmesi üzerine hasta düşerek kısa bir süre sonra vefat etmiş ve zaten ihtiyar olan oba reisi babasının da karısının kaybı üzerinden çok geçmeden vefat etmesi üzerine ona teyzesi bakmıştır.

Gonca kendini kimseye sevdirmek istemez, herkesten kaçardı. Değil yabancılara, hatta kendi hısmına, akrabasına, teyzesine, dayısına karşı bile soğuk, yabani davranır, kimsenin kucağında durmaz ve kimsenin koynunda yatmazdı. Herkes uykudayken, yaz geceleri çadırdan kaçar, gider çadırların arkasındaki sıpalarla, köpek, ayı yavrularıyla koyun koyuna yatardı. (Kaygılı, 2023, 127).

Kızın yeni gelip gibi davranmadığını fark eden akrabalarından bazıları yanına ilişip onu neşelendirmeye çalışırlar; damat ile gelin birlikte oynasınlar diye büyükler ön ayak olurlar. Damat hiçbir şeyin farkında olmadan sırıtarak keyfine bakarken Gonca’nın bir huzursuzluk içerisinde istemsizce ellerini kollarını salladığını okuruz. Düğün bittikten sonra güveyinin çadırına geçmeden önce bir fırsat yakalayan Gonca bir hışım ayının yanına gidip zincirlerini çözerek gecenin karanlığında kaybolurlar. Gonca gece yarıları çadırından çıkıp uzun zaman geri dönmediği için köyün yaşlıları ona cinli derlermiş. Dolayısıyla, Gonca’nın kaçtığı anlaşıldığında ahaliden bazısı onun “ecinniler” tarafından kaçırıldığını, bazısı da ya Nuruosmaniye’deki ya da Aksaray’daki bir beye kaçtığını iddia ederler. Ancak Katmer, Samur’un yerinde olmadığını fark ettiğinde bir yürüyüşe çıkacağını söyleyerek diğerlerinin yanından ayrılır. Gonca ve ayıyı bir derenin başında koyun koyuna yatarken bulur. Neden kaçtığını sorar. Gonca, birilerinin Samur’u kaçırmaya çalıştığını gördüğünü, sonra o kimseleri durdurmak isterken kendisinin de kaçırılıp bu hale getirildiğini anlatır. Damat, o sırada hala uyuyan ayıyı Gonca’yı korumadığı için öfkeyle bıçaklar ve hayvan dereye yuvarlanır. Üç gün sonra, Gonca’nın cesedi de bu derede bulunur.

Osman Cemal Kaygılı’nın kaleme aldığı Gonca’nın İntiharı adlı öyküde Enis’inkinden farklı olarak kadın karakterinin büyüdüğü koşullardan ve içinde bulunduğu toplumun yaşayışına dair bilgilerden mahrum kalmıyoruz. Gonca bir bebekken öküz ve yetim kalarak teyzesi tarafından büyütülen ancak çok küçük yaşlarda kendisi kadar ve kendisinden büyük çocuklarla çalışarak çadırlarına para getirdiklerini okuyoruz. Küçük yaşlardan itibaren herkese karşı soğuk ve mesafeli davrandığını biliyoruz. Bulduğu her fırsatta kendi dünyasını kurup orada oyunlar oynayıp türküler tuttuğunu okuyoruz. Geç saatlerde çadırından çıkıp uzun bir süre geri dönmeyişleri üzerine teyzesinin aklı başına gelsin ve davranışlarına çeki düzen gelsin diye zorlayarak evlendirdiğini okuyoruz. Dayısının ona getirdiği ayıyı, ormanından zorla çıkartılmış ve adapte olmak zorunda kaldığı bir ortama sokulmuş bir mahkum şeklinde yorumlar isek Samur ve Gonca bir noktada madalyonun iki yüzü gibi bir hale bürünebilir. Düğün günü zorla kendi dünyasından koparılarak hazır olmadan başka bir dünyaya alışması gerekecek olan Gonca’nın mutsuzluğu ve çifte zincire vurulmuş olan Samur’un mutsuzluğu eşit sayılabilir. Bu hikayede Gonca, ne Semra kadar güzel ne de kötüdür; bilakis, göçebeliğin getirdiği zorluklar yüzünden belli olur ve oldukça gençtir. Örneğin, Kaygılı Gonca’nın düğününü ve onu takip eden trajediyi anlatırken Çingenelerin gelenek ve göreneklerine, yaşam biçimlerine bolca yer verir. Kaygılı’nın Çingeneleri edebi eserlerinde nasıl portrelediğini inceleyen Sevim Güldürmez, makalesinde bu durumun sosyolojik olarak bir değer taşıdığını öne sürer (Güldürmez, 2016). Aynı şekilde Abdullah Ömer Kiracı da makalesinde Osman Cemal’in Çingenelerin yaşayışı hakkındaki bu gerçekçi tasvirlerin bizzat onların arasında yaşayarak edindiği bilgilerle mümkün kılınmış olduğunu söylemektedir (Kiracı, 2019).

Bu çalışmada inceleyeceğimiz son öykü ise F. Scott Fitzgerald’ın İnce Uzun Yol adlı öyküsüdür. Metin, Bilge Kültür Sanat’tan Filiz Ofluoğlu’nun İngilizceden Türkçeye çevirisiyle yer aldığı 2018 yılında yayınlanan Caz Çağı Öyküleri derleme kitabından seçilmiştir. Fitzgerald bahsi geçen öyküde birinci tekil kişi anlatımı kullanmaktadır. Onun öyküsünde anlatılan Bayan King, ne Semra gibi güzelliği ve kötülüğüyle ön plandadır ne de Gonca gibi istemediği bir evlilik yapmıştır. Mutlu ve varlıklı evliliğinde ikinci çocuğunu doğururken bir çeşit komaya girmesiyle birlikte uyandığında psikiyatrik bir hastalık tanısı konulur. Fitzgerald, bu öyküsünde hamilelik sonrası şizofreni ve bölünmüş kişilik tanısı ile tedavi gören ve iyileşmeye yüz tuttuğu bir dönemde trajik bir şekilde eşini kaybeden bir kadından bahseder. Semra’nın kötü kadınlığı Enis’in hikayesinde kadını tek bir boyutta irdelediğini gösterirken, Gonca’nın öksüz ve yetim bir şekilde büyürken kendine ait bir dünyada yaşama ibareleriyle Kaygılı’nın hikayesinde kadının toplumsal boyutunun verilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Ancak Fitzgerald, Bayan King’in psikiyatrik durumunu ele almasıyla kadın anlatımında daha derin bir boyuta ulaştığını görüyoruz. Bir diğer önemli farklılık da Gonca’nın toplumsal açıdan Çingenelik ile incelenebileceği başka bir alan sunulmuş olsa da ilk iki hikayede yazarlarımız açıkça politik bir gönderme yapmazlar. Fakat Bayan King’in hikayesinde Fitzgerald, onun komadan sonra Bağımsızlık Bildirgesi[1] hakkında sayıkladığını yazar. Aşırıya kaçmadan, söz konusu bildirgenin halkın eşit, özgür ve mutluluğunun peşinde olması mesajlarını taşıdığını söyleyebiliriz. Bayan King’in hikayesi doğrudan çarpıtılmış ya da saf bir Amerikan Rüyası teması taşımaz.

Bayan King, yirmi bir yaşında genç bir kadın olarak on aylık tedavisinin ardından nekahet dönemine girmekte ve sağlığına kavuşmaktadır. Hastanedeki görevlilerin sevgisini ve saygısını kazanmıştır. İyileşme süreci açısından önemli verilerin elde edileceği kocasıyla birlikte çıkacağı beş günlük bir gezi planlanmıştır. Birkaç gün istediği saatte kalkıp geç vakitlere kadar uyanık kalacağı için çok heveslidir. Gezi için hazırlanır ve ona eşlik eden görevliler ile bavulunu alıp bahçede eşini beklemeye başlar. Maalesef kocası George yolda bir araba kazası geçirir ve iki gün sonra vefat eder. Haber hastaneye ulaştığında eşinin o gün gelemeyeceğinin kendisine bildirilmesi gerekir. Bayan King büyük bir düş kırıklığına uğrar. Ertesi gün yine aynı hazırlıkları yaparak beklemeye başlar. Kocasının o gün de gecikeceği kendisine söylenir. Doktorlar kendi aralarında yaptıkları toplantıda eşinin görevi gereği başka bir yere çağırıldığını ve bir süre daha gelemeyeceğinin söylenmesine karar verirler. Bayan King’in doktoru, kocasının haftada iki kere aramak gibi bir alışkanlığı olduğu için gerçeği şimdi söylemenin doğru savunur. Fakat gerçek kendisine söylenmeye çalışıldığında, Bayan King bunun hastalığıyla ilgili bir sınama olduğunu düşünür ve inanmaz. Her gün yeniden “bir gün daha” beklemeye devam eder. Doktor ile hikayenin anlatıcısı bu konu üzerine konuşmayı sürdürürken Bayan King’in hala kocasını karşılamaya gittiğini öğreniriz. Yıllar geçse de kadın aynı özenli kıyafetleriyle hep düş kırıklığına uğrayıp üzülerek ama sevimli bir halde katlanarak beklemeye devam ettiğini okuyoruz (Fitzgerald, 2018, 201).

[1] Bu tarihi belge İngiltere’nin Amerika’daki on üç kolonisinin, artık İngiltere’nin kolonisi olmadıklarını, kendi kendini yöneten bağımsız devlet olduklarını dünyaya duyurdukları metindir (Döşkaya, 2024).

Uzun İnce Yol’da anlatıcı bir psikiyatr ile sohbet ederken, doktor ona Bayan King’in hikayesini anlatmaya başlar, sonra ilk başta konuştukları bambaşka bir konuyla sohbetlerine devam ederler. Fitzgerald burada bir kadın için insani bir durumdan bahsetse de, onu kalıplar içine koymasa da, Bayan King konusundan hemen sonra başka konularda sohbete geçişleriyle kadınların trajik psikolojik durumlarının bile kolayca arka planda, üzerinde fazlaca durulmasına gerek olmayan ehemmiyetsiz bir şey gibi kaldığını ustaca bize gösterir. İlk iki öyküde kadın karakterlerinin psikolojik boyutlarına yer verilmese de onların isimleri vardır. Ancak biz Uzun İnce Yol’da Bayan King’in ilk ismini bilmiyoruz; o evli, çocuklu ve akıl sağlığı bozuk.

Sonuç olarak, yukarıda bahsedilen öykülerdeki kadın karakterlerini analiz etmek için birden çok yol olabilir. Aralarındaki benzerlikler ve farklılıklar okuyucudan okuyucuya değişim gösterebilir. Yine de göze çarpan benzerlikleri özetlemek gerekirse bunlardan biri evlilik meselesi olabilir. Semra’nın dosdoğru evli bir kadın olamaması, Gonca’nın gönülsüz evlenmesi, Bayan King’in evli olması bu üç öykü için ortak bir payda oluşturur. Benzerliklerden bir diğeri de güzellik unsudur. Üç kadın da güzeldir. Bir diğer benzerlik de üç kadının da bir problem yaşamasıdır. Semra’nın doğduğu aile refah düzeyi yüksek bir aile değildir, Gonca küçük yaşlarda kimsesiz kalmıştır, Bayan King iki çocuğundan uzakta ruh sağlığını kazanmaya çalışmaktadır. Sayılabilecek bir başka benzerlik de üç kadının hikayesinin de mutsuz bitmesidir. Semra’nın öldürülüp öldürülmediği belirsizdir. Gonca kendi yaşamına son vermiştir. Bayan King ise kocasına kavuşmadan onu kaybeder.

Farklılıklara değinecek olursak, bunlardan ilki mekan unsudur. Semra İstanbul’dadır. Gonca İstanbul’a çalışmak için gidip gelir. Bayan King ise hastanededir. Dolayısıyla Semra şehirde durağan okunma ihtimaline karşın açık bir mekan olduğu için özgürlük açısından esneklik vardır. Gonca harman yerine dönmek zorunda olsa da mekan değişikliği yapabilmesiyle kısıtlı özgürlük imkanı elde eder. Fakat Bayan King’in böyle bir şansı yoktur, o kapalı bir mekanda sıkışıp kalmıştır. Mekan konusundaki farklılıklar hikayeleri karşılaştırmalı incelediğimizde daha ilginç kılar çünkü bir şekilde temayı güçlendirirler. Semra’nın açık bir alanda yaşaması ona çok uygundur; ele avuca sığmaz, kısıtlanamaz, hükmedilemez, saklanamaz. Gonca’nın şehre gidip gelmesi de geceleri çıkıp kendi hayal aleminde hayvanlarla oynaması ve dışarıda kalması ile örtüşür; gider gelir. Bayan King’in hastanede olması da anlatı için psikolojik rahatsızlığı güçlendirir. Kocasıyla birlikte çıkıp gidebilecek, iyileştiği için çocuklarıyla yeni bir hayat kurabilecekken yaşadığı trajik kayıp ile beklentileri zihni kabul edene kadar sonsuz bir askıya alınmış, sıkışıp kalmıştır. Bu çalışmada aynı dönemlerde farklı coğrafyalarda yaşamış üç erkek yazarın 1920 – 1930 yılları arasında Türkiye için erken Cumhuriyet Dönemi ve Amerika için Caz Çağı’na tekabül eden bir dönemde kaleme aldığı üç öyküde kadın temsili incelenmiştir.

 

Kaynakça:

  • Bozdoğan, A. (2024). “Yeni Türk edebiyatı’nın Dönemlerine Yönelik Alternatif Bir Yaklaşım”. Edebî Eleştiri Dergisi, 8(2): 182-211.
  • Çoban Döşkaya, F. (2024). Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin Arka Planı ve Analizi. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, 11 (6), 4727-4745.
  • Çopur, Y. (2021). Selâhattin Enis’in öykülerinde kadın. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (24), 562-570. DOI: 10.29000/rumelide.990155.
  • Enis, S. (2022). Bataklık Çiçeği. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Fitzgerald, F. S. (2018). Caz Çağı Öyküleri. Bilge Yayıncılık. Seçilen öykü: İnce Uzun Yol
  • Güldürmez, S. (2016). Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler ve Ahmet Midhat Efendi’nin Çingene romanları ışığında Osmanlı toplumundaki Çingenelerin yazınsal metinlere aksi. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi – The Journal of International Social Research, 9 (45).
  • Kaygılı, O, C. (2023). Perili Bostan – Toplu Hikayeleri (Birinci Cilt). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Seçilen öykü: Gonca’nın İntiharı.
  • Kiracı, A. Ö. (2019). Osman Cemal’in ‘Çingeneler’ eseri odağında çingeneler ile evlilik. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi – Eurasian Journal of Researches in Social and Economics, cilt 6, sayı, 5, (497-505).
  • Ulucan, Ö. (2023). Muhteşem Gatsby ve Güneş de Doğar İsimli Eserlerde, Ahlaki Dejenerasyon Din ve Mutluluk Arayışı. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö13), 1318-1334. DOI: 10.29000/rumelide.1379358.
Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments