Kızım uyuduğunda odada havada asılı bir mısra olurdu. Onun nefesinin ince dalgalı sesiyle titreyen, tamamlanmamış bir düşünce. Masada yarım kalmış defterim beklerdi; sayfası sararmış, kenarı hafifçe kıvrılmış. Defterime en son bir şiir satırı bıraktığımda, kızım henüz “baba” bile demiyordu.

Şimdi dört yaşında. Bazı kelimeleri yanlış söylerken bile, onların içinden yepyeni anlamlar çıkarıyor; dilindeki sapmalar sözcüklere yeni pencereler açıyor. “Bulut” yerine “bulu” diyor; bana, gökyüzünü eksik harflerle ama başka bir ışıkla tarif ediyor. O eksiklik, bana tamamlanmamış şiirlerimi hatırlatıyor; belki de bitmemesi gerektiği için hâlâ yaşayan dizeler bunlar.

Gece lambasının loş ışığında, başucuna oturup saçlarının ince tellerinde parmaklarımı gezdiriyorum. Parmak uçlarımda yıllar önce şiirlerime sinmiş kâğıt kokusunun hayaleti dolaşıyor. Ama artık o eller, bir çocuğun uykusunun derin, yumuşak kokusunu taşıyor.

Bazen düşünüyorum: Yazmak, bir çocuğu büyütmek gibi değil mi? İkisi de emek, sabır ister. Biri seni kelimelerinden koparıp başka bir hayata bırakır; öteki seni o hayattan alıp kelimelerine geri getirir.

Öğle güneşi pencere pervazına eğiliyor, ışığı masanın kenarına altın bir şerit gibi süzülüyor. Kızım mutfak masasının üzerine tırmanmış, defterlerimi karıştırıyor. İnce parmakları sayfalar arasında geziniyor; kâğıt hışırtısı ile çocuk nefesi birbirine karışıyor. Başını kaldırıp, “Baba, bu ne?” diye soruyor.

“Bu harf,” diyorum, “ama sessiz ol, şimdi uyuyor.”

Gülüyor; sesi, kâğıt yaprakları arasından sızan bir çiy damlası gibi titriyor. Ardından:

“Harfler uyur mu?”

“Uyur,” diyorum, “ve uykularında şiir denizleri görürler.”

Kızım kalemi eline alıp sayfanın ortasına kocaman bir daire çiziyor.

“Bu da bulu,” diyor.

“Bulut mu?”

“Hayır, bulu. İçinde güneş saklı.”

O an, kelimelerin onun ellerinde filizlendiğini görüyorum; sanki sayfaların arasına düşen bir tohum yıllar sonra ışığa kavuşuyor. Yazmamış olsam da, kızım bana sözcüklerin hâlâ kök salabildiğini hatırlatıyor.

Masada yarım kalmış bir dize duruyor:

“Güneşin gölgesi olmaz…”

Kızım kalemi bana uzatıyor.

“Yazsana baba, bulunun gölgesi nasıl olur?”

Kalemi elime aldığımda, parmak uçlarımda hem yılların bekleyişiyle kararmış mürekkep hem de onun avucunun sıcaklığı var. Ve anlıyorum ki, yazmaya dönmek için artık yalnızlık gerekmez; bana dizeler fısıldayan, içinde güneş saklı küçük bir ses yeter.

BULU

Bulu,
gökyüzünden kopup gelmiş,
ama toprağa dokunmayı reddeden bir hayal.

Güneşin avuçlarında sakladığı sır,
yağmuru unutan bulutun çocuk gülüşü.

Senin gözlerinde gördüm onu;
bir tarafı sabah mavisi,
diğer tarafı tarçınlı bir kahkaha kokusu.

Elini tutunca ısınan kelime,
adını yanlış söyleyen en doğru ses,
kalbime düşen bir yankı gibi.

Ve ben, yıllar sonra, satırları yeniden içimde buldum; sanki unuttuğum bir şarkının ilk mısrası dudaklarıma dönmüş gibi.

Şiiri bitirirken kâğıdın üzerinde kızımın gölgesi ince bir akşam perdesi gibi duruyor. Güneş çekilirken o gölge uzadı, satırların arasına sızdı, harflerin üzerine serildi. Yıllardır suskun bekleyen sözcüklerin buraya, bu ana saklandığını hissediyorum.

Kızım masanın yanına gelip kâğıdı aldı. Satırları okuyamadı belki, ama parmağını kelimelerin kıvrımlarında gezdirip, harflerin üzerinden minik bir nehir gibi aktı. Başını kaldırıp, “Bulu,” dedi; sesi, şiirin üzerine vurulmuş sıcak bir mühür gibiydi.

O an anladım: Yazmak, babalık gibi; bazen kendi cümleni bitiremeden bir başkasının sesine dönüşmek; yarım kalan satırını, bir çocuğun sesinde tamamlamak.

Ve ilk kez, süt kokusu kalemimin etrafında dönüp sözcüklerimin arasına ince bir sis gibi yerleşti.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments