Terleyen avucunun içinde sımsıkı tuttuğu küçük kareli kağıtta Çiğdem Sokak no:22 yazıyordu. İki sokağın kesiştiği kaldırımın sağ kenarında bulunan dut ağacının gölgesinde durdu. Birbirine yaslanmış yaşlı arkadaşlar gibi gelişigüzel sıralanan evlere şöyle bir göz ucuyla baktı. Hangi yöne gideceğini kestiremiyordu. Normalde sokağın başında asılan tabelalarda ya da köşe başında duran evin duvarında sokak adı yazardı. Ama iki yöne uzanan yolun başındaki sıvası aşınmış evlerin duvarında ne bir yazı vardı ne de bir tabela. İkindi vakti gelip çattı. Güneş, gökyüzünün tepesinden inmeye başladı. Buna rağmen gökyüzünde ateş yakan güneşe, gölgelerin devreye girmesi de etki etmiyordu. Berbat sıcaklık ve beraberinde getirdiği yapışkan koku, akşamın getireceği serinliği beklemeden neredeyse her canlıyı canından bezdirmişti. Bunalmış ruh halinden sıyrılıp etrafına bakınınca, bu kavurucu sıcakta dışarıda tek tük rastlanabilecek birkaç insan, bir kedi ve iki köpek dışında kimseyi bulamadı. Üsküdar’ın serin ikindileri, bu semti çoktan terk edip gitmişti. Daha önce yaşadığı güneydeki şehirlerin kuru sıcak havalarını anımsadı. Bu kadar da olmaz, diye kendisinin bile duymayacağı bir ses tonuyla dudaklarını kımıldatarak tepkisini havaya savurdu. Kalın çerçeveli gözlüğündeki camlar buharlanmış, şakakları iyice terlemişti. Bir haftadır kesmediği gri sakallarından aşağıya doğru inen ter damlaları giydiği beyaz tişörtünün üstüne damlayıp geniş lekeler bırakıyordu.
Yakınlarda adres sorabilecek bir esnaf bulma ümidiyle köşe başından aşağıya doğru bağlanan sokaktan bezgin adımlarla indi. Nihayet, bir eczane buldu. Hızlı adımlarla karşı yola geçip eczaneden içeri girdi. Beyaz önlükle kendisini karşılayan genç kadına, elindeki kağıdı uzatarak Çiğdem Sokak’a nasıl gideceğini sordu. Kadın şaşırarak, başını kaldırıp adres soran orta yaşı çoktan geride bırakmış adamın yüzüne dikkatle baktı. Yüzüne küçük bir gülümseme iliştirerek, saf ve temiz görünen çekingen davranışlarından anlaşılacağı üzere kimseye zararı dokunmayacak olan adama: “Bu adresi neden soruyorsunuz bir sorun mu var bey Amca?”. Kendisine yöneltilen soru karşısında, aynı gülümsemeyle karşılık vererek: “Hayır kızım, bir sorun yok. Çok eski bir arkadaşımı ziyarete gelmiştim. Üç yıl önce en son telefonla konuştuğumuzda bana bir gün yolun buralara düşerse ziyaretime gel, demişti. Sen Haydar’ı tanıyor musun? Eğer tanıyorsan, benim burada olduğumu iletirsen ona, çok mutlu olurum. Adım Edip, Sözcük Sarhoşu dersen o beni muhakkak tanır.” Kızın gözleri buğulandı. Konuşacağı cümle boğazında düğümlenir gibi oldu. “Edip Amca, Haydar benim babam. İki sene önce kaybettik. Annemin ölümünden sonra hasretine beş sene dayanabildi. Sorduğun adreste, şu anda ben oturuyorum. Burada kalıp annemin ve babamın hatırasını yaşatmaya çalışıyorum. Adım Rüya, sizi gördüğüme çok mutlu oldum Edip Amca, kusura bakmayın duygulandım. Babamın arkadaşını görmek beni sevindirdi. ”Yanaklarından süzülen yaşları silerek cümlesini bitirdiğinde, Edip’in gözleri dolmuş üzüntüden nutku tutulmuştu. Duydukları karşısında afallayan Edip, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Üzüntüsü bütün halinden okunuyordu. “Rüya kızım, ne diyeceğimi gerçekten bilemiyorum. Çok üzgünüm! Demek koca Haydar’ı kaybettik. Benim için çok değerliydi Haydar. Hayat yollarımızı ayırdıktan sonra, eskisi gibi görüşmesek de yılda bir iki kez telefonlaşırdık. Eskişehir’den İstanbul’a kızımı ziyarete geldim. Bu şehre gelmişken Haydar’ı bir ziyaret edeyim dedim. Kısmet değilmiş. Seni de üzmüş oldum, kusura bakma kızım. Ama yakından bakınca Haydar’a çok benziyorsun. Haydar’ı görmesem de seni görmek beni mutlu etti. Senin daha fazla zamanını almayayım. Senin işlerin vardır, kusura kalma güzel kızım. Ben gideyim artık, baban çok iyi bir insandı, çok iyi bir dosttu…” Edip, sözlerini tamamlamadan Rüya söze girdi: “ Edip Amca, sizi asla bırakmam, bugün misafirim olursanız çok mutlu olurum. Lütfen beni kırmayın. Ben bugün babamın mezarını ziyaret edeceğim zaten, eğer isterseniz beraber gidelim. Sonra sizi misafir ederim babamın evinde. Yarın sizi kendi elimle gideceğiniz yere bırakırım. Sizi bulmuşken, bırakmam. Babamı yakından tanıyan dostundan babamı yad etmek bana da çok iyi gelecektir. Çok ihtiyacım var buna, lütfen beni kırmayın.”
Edip, ne diyeceğini bilemedi. Ama Haydar’ın mezarını ziyaret etmek, dostuna son ziyareti olacağından, bir de Rüya’nın gözlerindeki karşı konulmaz isteğe karşı koyamadı. “Rahatsızlık vermeyeyim kızım, ben kendim giderim, ama Haydar’ı son defa çok ziyaret etmek istiyorum. Ona söyleyeceklerim vardı. ”Rüya, çok sevinmiş bir şekilde Edip’in elini iki avucunun arasına alarak: “ Olur mu amca, ne rahatsızlığı. Eminim ki bana da babama da çok iyi gelecek sizi misafir etmemiz. O da bunu isterdi. Şimdi siz burada oturun, ben size güzel bir çay getireyim. Benim de zaten pek fazla işim yok. Yarım saat sonra çıkarız. ”Edip, çayından küçük yudumlar alırken aklından Haydar ile yaşadığı onca hatıraya göz gezdirdi. Kalbinde kalmış yaşanmışlıkları hatırlarken, üniversitede ve sonraki yıllarda beraber geçirdikleri zamanları derin nefesler çekerek aklının değerli köşesinde izliyordu. Kıymetli dostlarını tek tek kaybediyordu. Ali, Yeşim, Fuat… Şimdi de Koca Haydar. Ecel, her birini sırayla ziyaret ediyordu. Her giden arkadaşına çok üzülüyor, günlerce sürecek küçük yasını içinde yaşıyordu. Ama ve seferki yaş farklı olacaktı. Haydar, onun en yakın dostu sayılırdı. Yıllarca görüşmeseler bile, konuştuklarında her gün görüşüyormuş gibi sohbetlerine heyecanla devam ediyorlardı. Haydar, onun kalbinin sır taşı, hafızasının da tek tanığıydı. Kendisine bile itiraf edemediği korkuları, aşkları, endişeleri ve daha herkese söylenmeyecek ne varsa hepsini Haydar’a tereddüt etmeden anlatıyordu. Bu sefer de Haydar’a kimseye anlayamayacağı bir sürü konu vardı. Haydar ile her nedense bu defa özellikle ölümü konuşacaktı, ama konuşacağı şey, Haydar’ı alıp götürmüştü. Derin bir üzüntü içindeydi. Kelimeler boğazında düğümlendi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Rüya’dan haberi duyduğu anda göğsünde bir serinlik hissetti. Acıyla karışmış sert duygular, suratının şeklini alt üst etmeye yetti.
Rüya, o sırada işlerini bitirmiş ve Edip Amcasına artık gidebileceklerini söyledi. Arabaya binip semtin sonunda bulunan mezarlığın yolunu tuttular. Yedi dakikalık bir yolculuktan sonra yokuş aşağı inen bir yola girdiler. Yokuşun bittiği yerde araba durdu. Büyük bir alanda kurulan mezarlıkta kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Haydar’ın mezarı başında durdular. Rüya, babasının mezarı üzerindeki çiçeklerin kurumuş yaprakları ayıklayıp, toprağını düzeltti. “Baba, bak sana kimi getirdim, Edip Amca geldi. Bugün tanıştık. Seni görmeye gelmiş.” Rüya gözlerinden akan yaşları da alıp mezarın başından arkasına bakmadan uzaklaştı. Edip, mermerin kenarına oturup, dolan gözlerine rağmen yüzünde içten gelen bir gülümsemeyle: “ Haydar efendi, beni yalnız bıraktın. Gitmekte niye bu kadar acele ettin ki? Ölümün bize yaklaştığını biliyordum, ama biraz daha zamanımızın olduğunu düşünüyordum. Haber vermeden gittin, alacağın olsun. Bugün gibi hatırlıyorum, kim önce ölürse, bir kereliğine bile olsa sağ kalan ziyarete gelecek diye sözleşmiştik. Ama ben senin mezarını değil, senin ziyaretine gelmiştim. Gerçi bir gün hepimiz öleceğiz, sıranın kime geleceğini bilmiyoruz ki. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, ben önce ölseydim senin de aynı şekilde ziyaretime geleceğinden hiç kuşkum yok. Dostluğumuz hep baki kaldı ve hep kalacak. Güzel günler yaşadık. Güzel anılar biriktirdik. Şimdi hepsi ben de kaldı. Sana anlatacağım çok şey vardı, ama mezarının başına gelince hepsini unutuverdim. Yaşlılık, bilirsin işte. Anılarımız dışında pek fazla bir şeyi üzerimizde taşıyamıyoruz. En son konuşmamızda verdiğimiz sözü tuttum. Hatırla, kimin yolu yaşadığımız şehre düşerse ziyarete gelecekti. Bana verdiğin adresi unutmadım, Çiğdem Sokak yirmi iki numarayı yazdım ve sakladım. Dostlar, sözlerini tutar, öyle derdin hep. Ben de tuttum işe güzel dost. İnsan yaşlandıkça, acıları hafifliyor, artık bizi inciten şeylere karşı duyarsızlaşıyoruz. Bizim bir hayat sloganımız vardı, hatırlıyor musun demeyeceğim? Çünkü mezar taşına yazdırmışsın, çok mutlu olmadım desem yalan olur. İçimdeki heyecana huzur bağışladın. Unutmamışsın, evet gerçek dostlar unutmaz. Ben de unutmuyorum. Üniversite yıllarında çektiğimiz yoksulluk, sonraki yıllarda yaşadığımız felaketler karşısında hep- hiçbir acı kalıcı değildir -sözünü her kadeh kaldırışımızda haykırıyorduk. Sabahattin Ali’nin sözü bu biliyorsun. Beraber okuduğumuz kitapları oturup uzun uzun tartışır inceleyip eleştirirdik. Kuyucaklı Yusuf kitabını okuduğumuzda ikimizde bu sözün altını çizmiş, hatta hayatımızın yegane parolası olarak belirlemiştik. Sabahattin Ali’yi çok severdin. Hatta öldürüldüğünce günlerce yasını tutmuş, oturup içli içli ağlamıştın. Bu acı kalıcı olacak gibi, demiş öldüğü için yazamayacağı kitaplara oturup günlerce sırf buna üzülmüştün. Sabahattin Ali gibi bak biz de yavaş yavaş bu hayattan ayrılmaya başladık. Yaşadığımız müddetçe hep güçlü kalmaya çalıştık. Başardık mı, bilemiyorum. Ama elimizden geleni hep yapmak için çabaladık. Bütün kötülüklere karşı hep iyi kalmaya çalıştık…”
Haydar’ın mezarı başında Edip epey durdu ve ara ara gözlerinden süzülen yaşlar eşliğinde konuşmasına devam etti. Rüya’yı daha fazla bekletmek istemedi. Yarım saat süren konuşmasından sonra son sözlerini söyleyerek bitirmek istedi: “Artık gitme vakti geldi güzel dostum. Rüya kızımı fazla beklettim. Biliyorum ki, sabaha kadar burada durup dertleşsek sen beni dinlersin. Çünkü beni hep dinledin, çünkü birbirimizi hep dinledik. Senin ölümün acılarıma bir yenisini ekledi. Yalnızlığım büyüdü. Artık daha yalnız hissediyorum. Ama ben de yakında gittiğin yere geleceğimi biliyorsun. Hiçbir acı kalıcı değildir, şimdilik elveda dostum.”
Edip konuşmasını bitirip, Haydar’ın mezar taşını öpüp Rüya’ya doğru yürüdü.
Rüya’ya: “Senin de belki konuşacağın şeyler vardır kızım, git babanla konuş ben seni burada beklerim.” Rüya, Edip’in yorgun olduğunu halinden anlayarak: “Yok Edip Amca, ben babamı sık sık ziyarete gelirim, onu hiç ihmal etmiyorum. Biliyorum ki, babam hep yolumu gözler. Bu sefer ona sürpriz yaptık, eminim çok mutlu olmuştur sizin gelmemize.” Rüya bunları söylerken, zor konuşuyordu, yutkunarak kelimeleri kesik kesik ağzından çıkıyordu. Belli ki babasını çok özlemiş, içinde hala tuttuğu yasın etkisi sürüyordu. ”Edip, Rüya’ya doğru giderek ona sımsıkı sarıldı. Rüya sanki babasına sarılmışçasına Edip’in omzuna başına yasladı. Babasının kokusunu içine çeker gibi Edip’in kalbini kokluyordu. Rüya’nın içinin huzurla dolduğunu fark etti.
Arabaya yöneldiler. Edip, Haydar’ı ziyaret ettiği için çok mutlu olduğunu ama artık gitmesi gerektiğini, kızını bekletirse çok endişeleneceğini Rüya’ya ifade etti. Rüya biraz ısrar etse de, Edip Amcasını kırmayarak ısrarından vazgeçti. Ama gideceği yere kendisinin götürmesi konusunda anlaştılar. Şehrin diğer ucunda Zeytinburnu’nda oturan Edip’in kızının evine varmadan önce, uzun bir sohbete eşlik ettiler. İkisi de Haydar ile yaşadıkları anılarını kah iç çekerek kah kahkaha atarak anlattılar. Güzel bir sohbeti noktaladıklarında hava kararmıştı. Edip’in kızının evi önünde durduklarında, Rüya vedalaşmak istedi Edip Amcasıyla. Ama Edip, ısrar edip kızının evine gelmesini ve en azından bir çaylarını içmesini istedi. Rüya, Edip Amcasını hiçbir şekilde kıramazdı. Ayrıca Edip Rüya’ya: “Ben mezarı başında Haydar ile konuştuğumda ona bir konuda söz verdim. Benim de kızım seninle aynı yaşta. Belki tanışırsanız, güzel bir dostluğun temelini atarsınız. Hem baban da bunu isterdi eminim. Bizim olan güzel dostluğumuz, sizin güzel dostluğunuza vesile olur. En azından denerseniz, gerisi size kalmış. Hem, Derya çok iyi bir kızdır, seveceğine inanıyorum. Nerden mi biliyorum, sen babana çok benziyorsun. Derya’da bana çok benzer.” Rüya Edip’in yüzündeki ışıltıya kayıtsız kalamazdı. Teklifini kabul edip, beraber içeriye girdiler. Derya, onları kapıda karşılayıp içeri buyur etti. Edip, durumu anlattı, Derya babasını can kulağıyla gülümseyerek dinledi. Babasının gözlerindeki ışıltıyı görerek, anlattıklarını memnuniyetle karşıladı. Derya ve Rüya sanki daha önce birbirlerini tanıyormuşçasına kısa sürede kaynaşıp koyu bir sohbete daldılar. Edip, Rüyayla vedalaşıp artık dinlenmesi gerektiğini ve odasına gidip uzanması gerektiğini özür dileyerek Rüya’dan izin istedi. Rüya, mutlu bir şekilde isteğini onaylayıp artık daha sık görüşeceklerini söz vererek dile getirdi.
Rüya ve Derya, uzun bir sohbetle babalarından miras kalan dostluğu devraldılar. Babalarının yaptıkları gibi dertleştikçe, ortak noktalarını keşfedip daha da yakınlaştılar. Sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi hiç çekinmeden sırlarını birbirleriyle paylaşıyorlar, konudan konuya atlayıp heyecanla sohbetlerini devam ettiriyorlardı. İkisinin de babalarının ağzından çokça duydukları -Hiçbir acı kalıcı değildir- sözünü birbirlerinden duyup, yaşadıkları aşk acılarına, erken biten dostluklara, karşılaştıkları üzücü olaylar karşısında haykırdıklarını dile getirdiler. Belli ki Edip, güzel bir dostluğun temelini atmıştı. Haydar’a verdiği sözü yerine getirip, çok da fazla bir çaba sarf etmesine gerek kalmadı. O günden sonra Derya ve Rüya sık sık buluşmaya başladılar. Uzun sürecek bir dostluğun bağları gün geçtikçe güçlendi. İş çıkışlarında ya da hafta sonları sözleşip birbirlerine sık sık gelip gittiler. Babalarının yaptığı gibi yaşanan her acının ömrünü azaltmak için birbirlerine destek olup mücadele ettiler. Edip, Rüya’yı her gördüğünde Haydar’a sarılır gibi sımsıkı sarılıyor, Haydar’la konuşur gibi Rüya ile heyecanla sohbet ediyordu. Edip, Acının kalıcı olmadığını Haydar’ı kaybedip Rüya’yı kazandığında bir daha anladı. Yaşadığı müddetçe bu sözü dilinden düşürmeyip hep tekrarladı.