I. GÖLGENİN İÇİNDEKİ ADAM

Tang İmparatorluğu’nun saray duvarları, binlerce yılın suskunluğunu taşırdı. Her bir taş, ihanetin, entrikanın ve gözyaşının yankısını belleğinde tutar, duvar diplerinden sızan yasemin tütünleri bu hatıraların üstünü usulca örterdi. Saray avlularında çiğ damlalarıyla bezeli mermer zeminlerde yankılanan ayak sesleri, çoğu zaman bir ölüm fermanının habercisi olurdu. Fakat bu sabah, ne bir celladın ne de bir mührün sesi vardı. Yalnızca sessizlik… Ama o sessizlik, bir hançer kadar keskindi.

İşte o sessizliğin içinden bir gölge yürüyordu: Mönke.

Sarayın kayıtlarına göre o, ipeklerin taşındığı, tabakların parlatıldığı arka hollerde çalışan basit bir hademeydi. Ama o basitliğin ardında, bozkırların göğünde çelikle yoğrulmuş bir irade gizliydi. Mönke, Göktürk soyunun unutulmuş oğullarından biriydi. Anası Aybike, babası Kür Ata tarafından doğurulmuş, savaş ve kanla harmanlanmış bir halkın son umutlarından biriydi. Şimdi ise kambur taklidi yapan, gözlerini yere eğmiş, iğreti bir cüppenin altında kıvılcım gibi parlayan bir zihni taşıyordu.

Süpürge sapının içinde gizlenmiş haritalar, kemerine sıkıca sarılmış tüy gibi hafif ama ölümcül belgeler… O, gölgede yaşayan bir kartaldı. Bekleyen. İzleyen. Vuracağı anı kollayan.

II. SESSİZLİĞİN ARDINDAKİ ÇIĞLIK

Sarayın en mahrem bölgesi, saray haritasında adı bile geçmeyen bir avlunun ardındaydı: İnci Avlusu. Burası, Altın Yazma Odası’na açılan kapının hemen önündeydi. Bu odaya yalnızca imparatora en yakın üç kâtip girebilirdi. Burada tutulan belgeler, yalnızca mürekkep değil, aynı zamanda kan taşırdı. Devletin geleceği, o tomarların kıvrımlarında saklıydı.

Mönke, haftalar süren dikkatli gözlemleriyle muhafızların değişim saatlerini, kapıların ahşap gıcırtılarını, rüzgârın yönünü dahi ezberlemişti. Bir bozkır kurdu gibi sabırla beklemiş, bir kartal gibi hedefe kilitlenmişti.

Ama yalnız değildi. Sarayın derinliklerinde başka bir göz daha onu izliyordu: Aykız. İmparatorun gözdesi olmadan evvel bir bey kızıydı. Babası Tengiz Han, Göktürklerin doğu kanadında bir boy beyi olarak savaşmış, ama sonunda Çin hançerlerine boyun eğmişti. Aykız, altın bilezikleriyle değil, bileğine bağlanan zincirle taşınmıştı bu saraya. Onun gözleri Mönke’yi ilk gördüğünde tanımıştı. Kandan, dumandan, özgürlükten gelen birini ancak tutsak olanlar tanırdı.

“Adını söyleme bana,” demişti bir gece fısıltıyla. “Adını bilmem, seni unutamamam anlamına gelir. Ama sen unutulmak zorundasın. Yoksa yakalanırsın.”

Mönke, o gece başını eğmiş, yalnızca tek kelime fısıldamıştı:
“Geleceğim.”

III. ALTIN KAPININ ARDINDA

Ay, sarayın çinili çatılarına sedef gibi vurduğunda, Mönke harekete geçti. Ayakkabısının topuğundaki gizli anahtarla Altın Yazma Odası’nın kapısını sessizce açtı. İçerisi, zamansız bir mezar gibi serindi. Duvarlarda ipekle kaplanmış tomarlar, ortadaki taş sehpa üzerinde mühürlü kutular diziliydi.

Birini seçti: Orhun Vadisi’ne ilişkin bir ordu sevkiyat planı. Yazıların arasında, imparatorun şahsi notu vardı:
“Göktürk kıpırdanışı gözlemleniyor. Kuzeydoğu sınırına üç tabur kaydırılsın. Eğer gerekirse, Tengiz’in kızı da harcanabilir.”

Aykız…

Mönke, elini yavaşça beline uzattı, tomarı vücuduna sardı ve geldiği gibi sessizce dönmek üzereyken, arkasında bir gölge belirdi. Bir muhafız. Henüz yirmili yaşlarında, gözleri uykulu ama elleri keskin. Adım attı.

“Sen! Kimsin? Ne işin var burada?”

Mönke cevap vermedi. Işığın altına ilerlediğinde gölgesi kambur görünmüyordu artık. Bir savaşçının dimdik hali sızmıştı omuzlarına. Muhafız şüphelenip kılıcına davranmadan, Mönke hançerini çekti. Sessiz bir nefes, bir parıltı ve… Sessizlik yeniden çöktü.

Fakat kaçış başlamıştı artık.

IV. GECEYİ YIRTAN ADIMLAR

Sarayın kadim lağım yolları, bin yıllık efsaneler kadar karanlık ve koku doluydu. Mönke, yerin altındaki o taş geçitlerden sürünerek ilerledi. Karanlıkta yalnızca nabzının atışını duyuyordu. Sırtındaki tomar, canından kıymetliydi artık.

Son kapıya geldiğinde, Aykız oradaydı. Elinde bir kandil, gözlerinde keder.
“Gideceksin, biliyorum. Ama ardına bakma. Çünkü seni görürsem, zincirimi hissederim.”

Mönke, başını eğdi. Elini uzattı, parmakları Aykız’ın parmaklarına dokundu. Bir an… bir nefeslik zaman…

Sonra fısıldadı:
“Bir gün seni gökyüzüne götüreceğim.”

Ve kapıyı açtı.

V. GÖKTÜRKLERİN SABAHI

Orhun dağlarının eteklerinde, Kürşad geceleri yıldızlarla konuşur, rüzgârı dinlerdi. Mönke geldiğinde, üzerinde kan, gözlerinde gölge vardı. Tomarı uzattığında Kürşad, onu sessizce aldı. Okudu. Gözleri kısıldı.

“Demek vakit geldi,” dedi. “Ejderhanın gözleri kuzeye çevrilmiş. Ama biz kartal gibi yukarıdan vuracağız.”

Mönke güldü. Bozkır adamlarının yorgun gülüşüydü bu. Sonra dizlerinin üzerine çöktü. Yaralanmıştı. Zehirli hançer kalbine yaklaşmıştı.

Aykız’ın adı dudaklarında titredi. Son sözleri, rüzgâra karıştı:
“Onu göğe çıkar, Kürşad. Zincirlerinden kurtar. Ben artık gölgede kalacağım.”

Ve sessizce, toprağa düştü.

VI. EFSANE OLMAK

Mönke’nin mezarı bilinmez. Adı, taşlara kazınmamıştır. Ama her fırtına çıktığında Orhun vadisinde bir gölge belirir. Aykız, bir gece yıldızlara bakarken, rüzgârın ona şu sözleri fısıldadığını söyler:

“Gökteyim artık. Özgürüm. Ve seni bekliyorum.”

SON

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments