Gözlerimi açtığımda başım zonkluyordu. “Ne oldu bana…?” Zihnim bulanık, sanki çamurlu suya batmış gibiydi. Tanımadığım bir odadaydım, her yer bembeyaz. Dışarıdan rüzgâr uğulduyor, camı tırmalayan ağaç dalları sanki bir kadın çığlığı gibi kulaklarımı tırmalıyordu. “Yok, yok olamaz…” Kolumu oynatmaya çalıştım, bileğimde takılı bir kelepçe.

“Kim getirdi beni buraya?” diye fısıldadım. “Yine mi rüya? Annem mi taktı bu kelepçeyi? Geçen gün bağırdığım için mi cezalandırıyorsun beni, anne? Hayır, yapmazsın. Ben sana aşığım, sen de bana.” Karşı duvardaki tabloya baktım. İçindeki kadın parmağını dudağına götürmüş, “Sus.” diyordu. “Tamam, sustum hanımefendi,” dedim içimden. “Zaten konuşmayı sevmem.” Resmin altındaki beyaz çekmeceli dolaba takıldı gözüm. Üzerinde bir makas, bir şişe vardı. Dolap pencerenin önündeydi. Kafamı kaldırdığımda bir silüet gördüm, gölge mi o? “Annem…” Güzelim dışarıda duruyor, camı tıklatıyordu. “Anne, kurtar beni!” diye bağırdım. Sesim ona ulaşmadı. Camlar sesimi iletmiyordu. Beni duymuyordu. Daha bir güçle bağırdım, “Anneeee!” Of, kafamda yine aynı sesler… Boşta kalan sağ elimle yatağı yoklamaya başladım. Kurtulurum umuduyla bir şey arıyordum. Sıcak bir şey değdi elime.

Eski tuşlu telefonumdu. Pili ısınıyordu. “Bu benim telefonum.” diye mırıldandım. “Nasıl burada olur? Ben bunu satmıştım.” Açmaya çalıştım, şifre istedi. Hatırlamaya çalıştım, koca bir boşluk. Başım zonkladı. Dayanılmaz bir ağrı. Gözlerim kapanırken zihnimde bir sahne belirdi: Evde bir telaş. Herkes koşturuyor, kimse beni görmüyor. “Oğlum, akşama doğum günü partin var.” dedi annem, yanımdan geçerken. “Misafirler gelecek, çok işim var, lütfen ayak altından çekil.” “Tamam anne,” dedim. “Ama istediğim telefonu aldınız, değil mi?” Annem durdu, yüzü gergin. “Aldık paşam, aldık,” dedi. “Bütün arkadaşlarını çağırmak istedin, ona da eyvallah dedik. Başka bir emrin var mı, paşam?” Yanımdan uzaklaştı. Melek gibi yüzüne baktım. İçimden, “Kız, sana aşığım.” dedim. Merdivenlerden çıkarken kardeşim Esma’yı gördüm, oyuncak bebeğiyle oynuyordu. Elinden kaptım, hızla uzatıp geri çektim. Oyun için bebeğin kolunu kopardım. “Abi, kandırdın beni! Bebeğimi ver!” dedi Esma. “Çok istiyorsan gel yakala.” dedim. Esma kanepeye zıplayarak ağlamaya başladı. “Tamam, al bebeğini,” dedim, verdim. “Yeter ki ağlama, ses çıkarma.” Akşam oldu. Salon süslenmiş, ikramlar hazırdı. Pastanın mumlarını üflemeye çalışırken herkes bağırdı: “İyi ki doğdun Mete!” Annem yanıma geldi. “Hoş geldin on beş yaşına oğlum. Ne çabuk büyüdün, koca delikanlı oldun.” dedi. Yanağımı öptü, hediyesini verdi. Açtım paketi. Kaşlarımı çattım, yanaklarımı şişirdim. “Anne, bu ne?” Paketi yere fırlattım. Annem sessizce uzaklaştı. “Üzülme Türkan,” dedi babam. “Gece gündüz uğraştın, oğlun üşümesin diye şal ördün. Nankör bunlar, takma kafana.” Sonra bana döndü. “Gel buraya, delikanlı.” dedi. Elindeki paketi uzattı. Heyecanla açtım. İşte, istediğim telefondu!

Gözlerimi açtım. Anneme, kardeşime, o gün öyle davrandığıma pişman oldum. “Şifreyi nasıl unuttum?” diye kendime kızdım. O gün babam, kalbini kırdığım en değerli varlığım olan annemin doğum tarihini yapmıştı şifreyi.

Telefonun ekranı açıldı. Son arananlar listesine baktım. Kırmızı ışık yanıp sönüyordu. Annemin adı yazıyordu. Pencereye baktım. Annem hâlâ orada duruyor, bana buğulu gözlerle bakıyordu. “Telefonu aç!” diye bağırdım. “Hemen şimdi seni arayacağım!” Ama bir anda kayboldu. Nasıl arayacaktım şimdi onu?

Karşı bahçede heykel, hazır ol komutuna uymamış, elini çenesinin altına koymuş, dik dik bana doğru bakıyordu. Öğlen nöbetteyim. Komutanım yaklaşıyor. Hazır ola geçtim. Yüzünde üzgün bir ifade. “Emir ve görüşlerinize hazırım komutanım!” dedim. “Asker, rahat ol.” dedi Kenan Üsteğmen. “Annen hastaneye yatırılmış, bir hafta izinlisin.” Hızla uzaklaştı. Nöbeti Cem’e devredip babamı aradım. “Oğlum, annen çok hasta, hemen eve dönmelisin,” dedi babam. İçimi bir korku kapladı. Neden bu kadar acildi? Havaalanına koştum. Uçak rötar yaptı. Bursa’dan İstanbul’a, hava muhalefeti yüzünden üç saatte zor ulaştım. Eve yaklaştığımda büyük bir kalabalık gördüm. Herkes üzgün, ağlıyordu. Hava kararmış, kötü bir koku vardı, sokak sise boğulmuştu. Kulağımda bir uğultu. Esma kendini yerlere atıyordu. Babamı aradı gözlerim. Bahçedeki sandalyede oturmuş, düşünceli, üzgün. Sigarasını yakmış, derinden bir nefes çekmişti. Dağ gibi adam, savunmasız birine dönmüş. Valizimi fırlatıp babamın yanına koştum. “Baba, ne oldu burada? Neden bu kadar kalabalık? Babaanneme mi bir şey oldu?” diye sordum nefes nefese. “Neden hemen çağırdın beni? Annem hangi hastanede? Özledim onu, hemen gitmeliyiz yanına!” Babam derin bir nefes aldı. “Oğlum,” dedi, sesi titriyordu. “Annen kalp krizi geçirdi. Çok üzgünüm, maalesef…” “Dur!” diye bağırdım. “Sus! Sakın söyleme! Duymaya hazır değilim!” “…Onu kaybettik.” Dizlerim boşaldı, yer kayıyor gibiydi. İnanamıyordum. “Baba, nasıl yani? Yalan söylüyorsun! Benim annem ölemez! Annem nerede?” Babam gözlerime bakamadı. “Oğlum,” dedi kısık sesle. “Seni çok bekledik. Hoca Efendi ‘Defin beklemez.’ dedi, fazla beklemek istemedi. İkindi namazından sonra anneni defnettik.” İçimde bir sıkışma. Öfkeyle iskemleye tekme attım. Nefes alamıyordum, kalbim sıkışıyordu. Boğazımda bir düğüm, ellerim titriyor, bacaklarım uyuşmuştu. İlk baş ağrılarım, ellerimin titremesi o gün başlamıştı. Dizlerimin üzerine çöktüm. Kalbimin bir parçası gitmişti. Gitmek istemezdi ki. “Anneeeeee!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Tüm mahalle sessizliğe gömüldü. Babamın gözlerine baktım. “Baba, neden her şeyi baştan anlatmadınız? Beni aldattınız ve bunu asla unutmayacağım! Lütfen hemen annemin yanına götürün. Onu dinlemeliydim, okulu asla bırakmamalıydım. Hadi, annemi kaldırın, özür dilemeliyim. Ona asla hakaret etmemeliydim. Ne duruyorsun, çabuk git ve onu uyandır!” Derin bir sessizliğe gömüldüm. Soğuk yüzünü görmeden nasıl inanabilirdim ki? Kesin beni kandırıyorlardı.

Elimdeki telefona baktım. “Annen artık bir melek oldu, oğlum. Onu nasıl arayacaksın?” diye bir ses yankılandı zihnimde. “Babanı da arayamazsın. Annenin vefatından sonra o da başkasıyla evlenmedi mi? Para istediğinde seni bir çöp gibi poşete koyup atmadı mı? Artık yalnızsın. Keşke son bir kez sesini duyabilsem, bunun için neleri göze almazdım.” “Beynin seninle oyun oynuyor.” diyen bir ses daha duydum. “Hayal görüyorsun. Bunların hepsi bir aldatmaca. Bak, pencereye tıklıyor, görmüyor musun?” Annemin hemen arkasında, derin düşüncelere dalmış bir adam heykeli bana göz kırptı. “Güzelin seni terk etmez, seni bırakıp gitmez. Hem sen daha ondan özür dileyecektin.”

Tam o sırada, odaya yabancı bir hemşire girdi. Pencerenin önüne gitti. “Ah tatlı güvercin, ne kadar güzelsin,” dedi. Bana döndü. “Mete Bey, bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” Güvercin mi? O penceredeki güvercin miydi? Nasıl yani? “Eğer bu kelepçeyi çözerseniz,” dedim, kalbim hızla çarpıyordu, içimi derin bir korku kaplamıştı. “kendimi daha iyi hissedeceğimden emin olabilirsiniz.” Hemşire yanıma yaklaştı, elimdeki telefonu aldı. Kulağıma eğildi. “Mete Bey, sürekli düğmeye basarak bizi çağırmaktan bıkmadınız mı? Hem kelepçenizi çıkarırsam, babanızı öldürdüğünüz gibi bana da aynı şeyi yapmayacağınızın garantisini verebilir misiniz?”

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments