Şehir, uykusuz gecelerin ve yarım kalmış şiirlerin gölgesinde nefes alıyordu. Ben Edip. Bir zamanlar şairdim; şimdi ise zihnimde kaybolmuş anılar ve sokaklarda kaybolan bir kedi, Dilara’nın peşindeydim. Onun mavi gözleri… Sanki benden çok, gerçeğimi o taşıyordu. Evde bıraktığım Şakir, başka bir sokak kedisi, Dilara’nın yokluğunda huzursuzdu. Papatya, çiçekçi dükkânında çalışan bir zamanlar sevdiğim ama şimdi sadece kelimelerle ulaşabildiğim bir kadındı. Onunla konuşmak, bir şiiri tamamlamaya çalışmak gibiydi; her kelime, bir yankı arıyordu ama bulamıyordu. O sabah, Dilara’nın izini sürmek için yine sokaklara düştüm. Belki onu bulursam, kendi kayıp parçalarımı da bulurdum.
Gene evden kaçmış olmalıydı. Karnı hafifçe şişmiş, memeleri belirginleşmişti. Sokağın yükünü sırtlayan başka bir kedinin izlerini taşıyor gibiydi. Geceler boyu hayallerime konuk olup bir gün olsun beni sevmeyen tüm kadınların temsilcisi gibiydi. Ona şefkat göstermemi memnuniyetle kabul ederken gözleri beni delip geçiyor, başka bir gölgeye takılıyordu.
Bir an duraksadım. Belki de mesele Dilara değildi. Belki de şiirim gibi, sevgim de bir yankı bulamıyordu.
Dilara benim kedim olmayı seçseydi, ömür boyu onunla arkadaşlığımızı devam ettirebilirdik. Ona en güzel mamaları alır, en renkli oyuncakları sunardım. Siluetini hayatımın ortasına nakış gibi işlerdim. Eski dostların bende gördüğü eksikleri düzeltmek için bir fırsatım olurdu. Sahi, sevgiyi aklında tutamayan bir şairin şiirlerini kim okurdu? Pejmürde bir hayata hapsolmuş gibiydim. Ağlama isteğimi güçlükle bastırıyor, sakinleşmek için derin nefesler alıyordum.
Kaldırıma oturup umutsuzluğumu yaşamak için kendime bir sigara süresi verdim. Sadece bir sigara süresi… Ardından kendimi toparlamalıydım. Mutsuz bir roman kahramanı olup insanların canını sıkmanın âlemi yoktu.
Dilara uyanıp buz mavisi gözleriyle beni süzdü. Usulca yaklaştı. Anaç bir içgüdüyle ellerimi yalamaya başladı. Bir sevgi ilanı değil, tanıdık bir selamlaşmaydı. Bir süre o anda kaldık. Ardından birlikte yola çıktık. Adımlarımda yorgunluk, onun patilerinde kayıtsız bir özgürlük vardı.
Papatya’nın kapısına vardığımızda, sesim gölgeme benziyordu.
“Şuna sahip çıkın,” dedim. “Avare avare dolanırken buldum.”
Sözlerim havada asılı kaldı. Sanki bir yankı bekliyordu ama bulamadı. O an içimde bir fısıltı duyuldu:
“Aradığın kelimeyi buldum.”
Bunu ben mi söylemiştim? Yoksa içimdeki roman kahramanı, fark ettirmeden sahneye mi çıkmıştı?
Papatya’nın gözleri sevinçle parladı. Sesi titriyordu.
“Güzelim, gene nereye kayboldun sen?”
Bana doğru bir adım attı; neredeyse koluma yapışacaktı. Dilimin ucunda birkaç kelime dans ediyordu ama henüz cümle olamamışlardı.
O anda fark ettim: Papatya bana değil, Dilara’ya sesleniyordu. Rengim soldu. Sahne karardı. Papatya’nın gözlerinde kendime bir yer aradım ama orada yoktum. Kendimi dereotu gibi hissediyordum; her şeyin yanına yakıştırılan ama asla merkezde olmayan biri.
“Onu sana getirmek ve kitabını okuduğumu söylemek için geldim,” dedim. Ama sesim düşündüğümden daha titrek çıkmıştı. Sanki bir kuş kafesinden çıkmak isteyip son anda vazgeçmişti. Papatya’nın dudaklarında belirsiz bir tebessüm belirdi. İçinde biraz merak, biraz da kuşku taşıyan bir kıvrım… Gözleri kısa bir an titreşti, sonra içinde tanıdık bir ışık parladı. Hafifçe kaşlarını kaldırarak, ironik bir zarafetle gülümsedi.
“Seni tanıyor muyum?”
Sesinde merak, sahte bir yabancılık perdesiyle örtülmüştü. Ben ise sahneye aniden fırlatılmış, repliğini ezberlememiş bir oyuncu gibiydim.
“Affedersiniz hanımefendi,” dedim. Hayali bir şapka çıkartırcasına hafifçe eğildim.
“Kendimi tanıtmayı unuttum. Malum, ben bu romanın kahramanıyım. Birinci bölümden beri buradayım.” Sonra biraz yaklaştım, sözlerim fısıltıya dönüştü: “Kahramanlık kolay iş değil…
İşte size ilk repliğim: Kediyi karnından tutmayın, malum… Hamile olabilir.”
“Ben de bundan korkuyordum,” dedi. Dilara’yı dikkatle yere bıraktı. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından başını yana eğdi. Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirdi.
“İyi bir kahraman kendi hikâyesini yazabilir,” dedi. Gözlerimin içine bakarak, “Yoksa seni baştan mı yazmama izin vereceksin?”
Çay ocağından iki çay söyledi. Yanıma oturdu.
Keşke çaylardan birini açık söyleseydi, ben de yalnızca bunun için sevseydim onu. Basit bir tesadüf, yalın bir sevgi…
Hayatın karmaşasını düşünmeden, yaşananların anlamsızlığını tartmadan, her şeyin bir şiir gibi akıp gitmesini istiyordum. Bu yüzden bir hikâyenin sayfalarına sığınmak, onun hikayesinde kahraman olmak istiyordum. Sanki başka bir kalemin dokunuşuyla yeniden açan bir çiçek gibi…
Cebimden şiirimin yazılı olduğu kâğıdı çıkardım. Ona uzattım. Derginin yeni sayısında yayınlanması için gereken süre çoktan dolmuştu. Ama mesele zaman değildi. Ben o dizeleri kendi sesimi duyabilmek için yazmıştım. Şimdi o ses, kâğıdın kenarında solmuş mürekkeple bekliyordu.
Bir kitap vardı eskiden,
içinde kim olduğunu unutmuş biri,
sayfalar arasında gezinen ayak izleri,
ama hangi yöne gittiklerini bilen yok.
Bir şarkı çalıyordu uzakta,
melodisi tanıdık, sözleri kayıp,
kimse hatırlamıyor nerede duymuş,
ama mırıldanıyor herkes kendi bildiğince.
Roman kahramanları var bir de
raf köşelerinde tozlanmış,
adlarını hatırlasam seslenirim,
ama harfleri birbirine karışmış.
Ne arıyordum ben burada?
Belki bir eski cümleyi,
belki kaybolmuş bir düşü,
belki de hiç yazılmamış bir şiiri