Gözlerini açtı; bedeninde korkunç bir ağrı vardı. Sanki her bir uzvu testereyle kesiliyordu. Bu yetmezmiş gibi nefes alamıyordu… Sanki bir tabutun içindeydi ve nefesi tabutun kapağına çarpıp geri dönüyordu. Nerede olduğunu ve ne yaşandığını anlamıyordu. Tek arzuladığı şey üstündeki o ağır nesneyi itmek ve derin bir nefes almaktı. Vücudunu hareket ettirecek gücü yoktu. İki elini kaldırıp üzerindeki ağırlığı itmek istedi. Ama kolları uyuşmuştu. Sol kolunu hiç hissetmiyordu. Hissettiği tek şey acıydı!..
Bütün gücünü toplayıp sağ kolunu kaldırdı. Elinin ulaştığı yerde düz, sert bir yüzeye dokundu. Elini aşağı kaydırdıkça bu şeyin dizinin üst kısmına kadar vücuduna yapıştığını fark etti. Anladı ki odanın duvarı üzerine çökmüş ve dizlerinden yukarısı duvarın altındaydı. Muhtemelen bacakları kırılmıştı ya da en iyi ihtimalle ezilmişti. Her ne olmuşsa korkunç acı veriyordu ve aşağısını hareket ettiremiyordu.
Hatırlamaya çalıştı… Evet, gecenin bir vakti uyanmıştı, yatak şiddetle sallanıyordu. Ne olduğunu anlayamadan duvar üzerine çökmüştü ve…
Devamını hatırlamıyordu. Ne kadar süredir baygın kaldığını da bilmiyordu. Tek bildiği, deprem olduğu ve dokuz katlı apartmanın altıncı katında yaşadıkları dairenin yıkıldığıydı.
Birden ailesi aklına geldi. Tüm gücüyle bağırdı: “Sibelll! Meteee! Sibelll!!!”
Cevap yoktu. Göğsü hıçkırıkla doldu: “Hepsi öldü! Öldüler!”
Altı aylık Ayşe’nin beşiği yatağın solundaydı – çok yakındaydı. Muhtemelen o da duvarın altında kalmıştı. Yavuz, “Bebeğim! Ayşe’m!” diye inledi… Peki ya Sibel? Yanında yatıyordu… Sonra hatırladı, uyumadan önce beş yaşındaki oğulları Mete ağlayıp annesini çağırmış, Sibel de onun yanına gitmişti. Biraz umutlandı… Belki yaşıyorlardı! Yeniden seslendi: “Sibell! Mete!” Ama cevap hâlâ yoktu…
Yavuz, hayatında ilk kez Tanrı’ya isyan etti, çaresizlik içinde inledi: “Neden Tanrım, neden?! Beni de öldür!”
Yeniden bayıldı.
Gözlerini açtığında sessizlik vardı. Sonra bir çocuk hıçkırığı işitti. Mete’nin sesi: “Anne, anne, kalk!” diye ağlıyordu. Yavuz, sevinçten bir an için acılarını unuttu:
— Mete, Mete!
— Baba, neredesin, korkuyorum, karanlık! – Mete ağlayarak cevap verdi.
— Korkma, ışıklar gitmiş. Birazdan gelir. Kımıldama! Annen nerede?
— Yanımda, sesleniyorum, kalkmıyor. Baba, buraya gel!
Yavuz onu sakinleştirmeye çalıştı: “Ama ben gelirsem Ayşe uyanır, korkar. Annen yanında, korkma.” Sonra birkaç kez daha Sibel’e seslendi. Cevap yoktu. Yavuz, Mete’yi sakinleştirmeye çalıştı:
— Anneni salla, uyansın. Belki derin uyuyor.
— Kalkmıyor. Eliyle beni sarmış, çıkamıyorum. Gel, beni buradan çıkar.
— Ayaklarını oynat, oynuyor mu?
— Evet.
— Kolların? Bir yerin ağrıyor mu?
— Hayır, ama çok soğuk.
— Üzerine battaniyeyi çek, annenin kucağına gir. Birazdan uyanır.
Yaklaşık bir dakika sessizlik oldu. Yavuz, Mete’nin uyuduğunu düşündü.
— Baba!
— Evet canım!
— Su istiyorum.
— Tamam, biraz uyu, Ayşe’yi uyutup geleceğim yanına. Yerinden çıkma, olur mu?
— Tamam.
— Sana “Dandini” söyleyeyim mi?
— Evet.
Yavuz, boğazındaki düğümü bastırarak yorgun sesiyle şarkıya başladı:
Dandini, dandini dastana,
Danalar girmiş bostana
Kov bostancı danayı,
Yemesin lahanayı.
Dandini, dandini, dastana…
Bir süre sonra Yavuz, Mete’nin hafif soluklarını işitti. “Şükür, uyudu!” deyip Tanrı’ya yalvardı:
“Allah’ım, yardım et, Mete’mi kurtarsınlar!”
Zifiri karanlıkta, dayanılmaz acıların içinde, Yavuz’un tek umudu Tanrı’ydı. Mete’nin kurtuluşu arzusu, Sibel’in ve Ayşe’nin ölümünü, kendi yaralı bedenini birkaç dakikalığına unutturuyordu: “Bir tek Mete’yi kurtarsalar… Allah’ım, yardım et!”
Birden sesler işitti. Yukarıdan insan sesleri geliyordu. Kurtarma ekipleriydi. Birkaç kişi aynı anda bağırdı: “Orada kimse var mı?” Ses doğrudan Yavuz’un üstünden geliyordu. Ne kadar zaman geçtiğini bilmediği saatler –belki de günler– içinde ikinci kez sevindi: “Tanrı’m, şükürler olsun, Mete’m kurtulacak!” Tüm gücünü toplayıp bağırdı: “Yardım edin, buradayız!”
Ama kimse onu duymuyordu. Elini duvara vurdu. Hareket ettirebildiği tek uzvu olan sağ kolu yorulup yana düştü. Eli uyuşmuştu. Bir süre sonra sesler uzaklaştı. Yavuz yeniden umutsuzluğa kapıldı. Acılar daha da şiddetlendi ve bayıldı…
Uyandığında ne kadar süre bilincini yitirdiğini kestiremiyordu. Gitgide daha da güçsüzleşiyordu. Her geçen dakika, hayatta kalma umudu da, zamanı da tükeniyordu. Yeter ki Mete kurtarılsın… Ölümü hiç tereddüt etmeden seçecek kadar çaresizdi. Ama şimdi onu bu dünyaya bağlayan tek şey, son babalık görevini yerine getirmekti.
Mete’nin sesi geldi:
— Anne, kalk, kalk! Baba, baba! Yavuz halsiz sesiyle cevap verdi:
— Buradayım oğlum, ağlama. Anneni üzme, bırak uyusun. Yorulmuş.
— Baba, yanına geliyorum.
— Hayır, yerinde kal! Işık yok, düşersin. Ayşe ağlıyor, onu kucağımdan yere koyamıyorum. O uyusun, seni almaya geleceğim. Annen de birazdan uyanır.
— Baba, su istiyorum. Acıktım…
Yavuz’un boğazı düğümlendi. Kaç saat, kaç gün geçtiğini bilmiyordu. Ama Mete acıkmış ve susamıştı. Bir fikir geldi aklına:
— Mete, hatırlıyor musun, annen Ayşe’yi emzirirken sen de istemiştin?
— Evet. Ama anne izin vermemişti. Demişti ki sen büyüksün, tabaktan yemek yemen lazım. Ayşe’nin dişleri yok, sadece süt içebiliyor.
— Şimdi annenin sütünü içmek ister misin?
— Ama annem izin vermez ki…
— Verecek. Anne bana demişti ki “Ayşe doyduktan sonra Mete de içebilir.” Sen de Ayşe kadar küçükken annenin sütünü içmiştin. Şimdi annenin gömleğini aç. Açtın mı? Aferin! Şimdi iç sütü.
Yavuz, Mete’nin emme sesini duyduğunda biraz rahatladı. Sesler kesildi, Mete muhtemelen yeniden uykuya daldı…
Yavuz daha da güçsüzleşmişti. Artık kolunu kıpırdatacak hâli kalmamıştı. Göz kapakları da karanlık dünyada işlevsizleşmişti. Yeniden bayıldı. Rüyasında Sibel onu uyandırıyordu: “Uyan Yavuz, Mete seni çağırıyor.” Panikle uyandı. Mete hâlâ uyuyordu. Birden yeniden insan sesleri işitti. Bu kez çok daha yakındı. Yine bağırıyorlardı: “Orada kimse var mı? Cevap verin!”
Yavuz tüm gücüyle bağırmak istedi. Sesi çok cılız çıkıyordu. Mete’nin mırıldanmasını duydu. Yine ağlıyordu, annesini ve onu çağırıyordu. Yavuz anladı ki, bu son şanstı:
— Mete, bak oğlum, amcalar ışığı açmak için geldi. Şimdi bağır, “Yardım edin” de. Onlar ışığı açsınlar, bizi bulsunlar.
Mete, titrek sesiyle söylediklerini tekrar etti. Titriyordu, sesi çatlıyordu. Kimse duymuyordu. Yavuz hıçkırarak bağırdı:
— Mete, ağla! Yüksek sesle ağla!
Mete olabildiğince yüksek ağlamaya başladı. Ağladıkça sesi yükseliyordu.
Dışarıda sessizlik oldu. Biri bağırdı: “Bir çocuk ağlıyor! Bu taraftan, bu taraftan!”
Sonra kazma kürek sesleri geldi. Yaklaşık bir saat sürdü kazı. İçeri ışık girdi. Yavuz’un göz kapaklarını açacak hâli yoktu ama ışığı hissetti. Biri Mete’ye sesleniyordu:
— Ağlama, şimdi seni çıkaracağız. Adın ne?
— Mete… Burası karanlık, korkuyorum.
— Korkma, hemen geliyoruz. Yanında kim var?
— Annem yatıyor, kalkmıyor. Ayşe de yatıyor. Babam da diğer odada. O uyanık ama karanlıkta gelemediğini söylüyor.
— Şimdi geliyoruz. Kaç yaşındasın?
— Beş.
— Peki Ayşe kaç aylık?
— O küçük, annem yazın bir yaşına girecek diyor.
Yavuz’un yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu dünyada son babalık görevini yerine getirmişti. Mete’nin yanında son ana dek kalabilmişti. Son gücüyle derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı. Rüyasında apartmanın bahçesindeki çimlerin üstündeydiler. Sibel gelinliğini giymişti, Ayşe’ye de beyaz bir elbise giydirmişti. Sibel elini uzattı, Yavuz kuş gibi hafifçe onun peşinden yürüdü. Şaşırdı, bacakları duvarın altındaydı, ama şimdi sağlamdı ve kolayca yürüyebiliyordu. Sibel sağ tarafı işaret etti. Orada yıkılmış bir evin enkazından bir çocuk çıkarılıyordu. Mete’ydi. Kurtarıcı Mete’yi kucağına almıştı. Yavuz ona gitmek istedi, ama Sibel, Ayşe’yi ona verip “Yavuz, gitmeliyiz.” dedi.
Birkaç dakika sonra haber kanallarında şu haber yayınlandı:
“Yetmiş beşinci saatte bir mucize daha: Enkaz altından 5 yaşındaki Mete Yılmaz kurtarıldı. Aile üyeleri – 31 yaşındaki Yavuz Yılmaz, 29 yaşındaki Sibel Yılmaz ve 6 aylık Ayşe Yılmaz’ın cansız bedenlerine ulaşıldı. Ayşe Yılmaz, Mete’yi kucaklayarak ölümden korumuştu.”