Memleketini ve milletini, kendi kişiliğiyle/mizacıyla uyumlu olmasından ve anlayarak makul bulup benimsemesinden ötürü ‘objektif milliyetçi’ olanlar, bütün olarak milliyetçi zümrenin en fazla yüzde beşini oluşturur. Bu yüzde beşlik dilimi kenara ayırarak bu yazıyı yazıyoruz.
Bir ülke milliyetçisine, vatanından bir şehir önceletseniz, ikinci milliyetçilik odağı kendi ili olacaktır. İlin beldeleri arasında mukayese ettirseniz, üçüncü milliyetçilik odağı kendi köyü olacaktır. Kendi köylüleriyle mukayese ettirseniz, dördüncü milliyetçilik odağı kendi akrabaları olacaktır. Ve bu böyle gidecek, son odağı ailesine ve kendine kadar varabilecektir. Çok basit bir tümdengelimle varıgelinen sonuç, milliyetçilikte esas olanın layıklılık değil kendimlilik olduğudur, objektif bir kanaate değil tarafçılığa mebni olduğudur. Bu kendimlilik ve tarafçılığı var eden dinamik, ‘ben’dir. Bu sebeple milliyetçilik, -radikal olduğu oranda- aslında bir narsistik kişilik bozukluğu türüdür.
Milliyetçiliğin kolektivist yanı, onun ardında yatan bu bireysel bozukluğun anlaşılmasını gölgelemektedir. Öncelenen, millet gibi kalabalık bir toplum olduğunda, kişinin esas meselesinin aslında ‘’aziz millet’’i değil ‘kendi tarafı’ olduğu gerçeği gözden kaçmaktadır. Oysa, sözgelimi ‘’Türkçülük’’ bir yansıyandır; ardındaki dinamik ‘Bencilik’tir. Toplumsal ölçekte milliyetçi olan kişiler, bireysel ölçekte muhakkak ki bir derece narsisttirler.
Bu sebeple milliyetçilik, millet ve kültür ötesidir, olgusaldır ve her ülkede duyumsanış ve beliriş biçimi aynıdır. Sözgelimi bir Türk milliyetçisinin, sahip olduğu mevcut kişilik durumu ile Brezilya’lı olduğunu ve orada yaşadığını hayal etsek, sonuç farklı olmayacaktır. Kişimiz bu kez de Brezil milliyetçisi olacaktır. Zira milliyetçi olacak bir ruh, hangi ülkede doğarsa doğsun oranın milliyetçisi olur. Çünkü esas olan, milletinin kendisi değil; kendi tarafını önceleyen bir kişilik yapısına sahip olmaktır.
Milliyetçiliğin sorunlu bir diğer psikolojik yönü de, kişinin kendi varlığını tanımlarken ille bir etikete, bir güruha eklemlenme ihtiyaçlılığı içinde olmasına ve kendini bireysel olarak var edememe zaafına dayanmasıdır. Irk, tercih edilemez ve öngörülemez bir bulunmuşluktur. Kendini seçtirme yahut tasarlattırma erki sunmaz. Bu sebeple hiçbir ırk kişiyi özel hissettirebilecek bir doğada değildir. Ancak Irkçılık, varlıksal himaye ediciliğiyle bu özel hissetme ihtiyacını karşılamaktadır. Biz olma duygusu ile –tıpkı tarikatçilikteki gibi- kişiye seçkinlik hissi vermektedir. Kendini gerçekleştiremeyen bireyler, bu kolektivist güce yaslanarak kendilerini önemli ve güvende hissetmektedirler. Bu sebeple milliyetçilik bir var oluş zaafıdır da. Nitekim kendini gerçekleştiren bir birey herhangi bir kolektivist oluşumun potasında erimeye ne ihtiyaç duyar ne de bunu arzular. Zira ırk, insanın bir enstrümanı iken, ırk kolektivizmiyle insan artık bu enstrümanın bir nesnesi haline getirilir. Esas olan Ayşe-Ali değil, ırkları olur. Fakat örtük gerçekse aslında meselenin tamamen Ayşe’lik ve Ali’lik narsizminin bir yansıması olması, kolektivitenin gücüne yaslanarak gizlenmesidir. Bu sebeplerle milliyetçilik, narsistik bir benlik arayışı olduğu kadar, toplumculuk içinde eriyen bir benlik yitimidir de.
Görüldüğü üzere milliyetçilik ilkin psikoloji disiplininin konusu olması gerekirken, bu zamana kadar hep tarihin, siyasetin ve sosyolojinin konusu olarak mütaala edildi. Hep, bu düşünce akımının ne zaman-nasıl ortaya çıktığı, hangi olaylara meydan verdiği ve sonuçlarının ne olduğu üzerinde durulup, tüm bunların yaşanmasındaki söz konusu esas nedene ve itkiye değinilmedi. Değinen olduysa da duyulmadı. Bu yüzden anlaşılamadı. Tarih, olay odaklı dar doğası gereği olay mihrakı üzerinde anlamsal tahliller yapmaz; sosyoloji, kendini genel kitleyle kayıtlayan çalışma alanı gereği bireysel arka plana gereğince eğilmez; ve siyaset, çıkarı gereği hakikatin kendisiyle ilgilenmez. Bu sebeple milliyetçilik olgusu, psikoloji literatürüne kazandırılmadan hakkıyla anlaşılamayacaktır ve gerçekliği tahlil edilemeyecektir. Ne var ki bunun bu çağda gerçekleşmesi de imkânsıza yakındır. Çünkü milliyetçiliği psikolojik bir bozukluk olarak kabul ettiğinizde, devlet olarak halkınızı bir arada tutacağınız, vatanın zor zamanlarında birlik olmaya güdüleyeceğiniz veyahut birtakım uygulamalarınıza meşru bir dayanak göstereceğiniz başka ortak bir paydalığınızın olması gerekir. Milliyetçilik bu işlevi görmede dünya ölçeğinde son 300 yılın en moda enstrümanıdır. Ondan önce bu görevi din görmekteydi.
Batı’nın, Reform döneminde kendi din algısıyla yüzleşmesi ve sonucunda kendi dini ile bilimi iki zıt olgu olarak telakki etmesi ve çatıştırması, toplumlarını bir arada tutmada en güçlü payda olan din olgusunun itibarsızlaşmasına yol açtı ve ırk öncelikli toplum tasavvuruna ilk zemini hazırladı. Yani sekülerlik, ırkçılığa buyur etti. Milliyetçilik bu sebeple modern bir durumdur, yenidir. O dönemde Hıristiyanlığı, özelde Katolik Hıristiyanlığı, daha da özelde Ortaçağ Dönemi Katolik Hıristiyanlığı’nı enterese eden kişisel bir mesele ve yargı, bir bütün olarak din olgusuna yüklendi; İslamiyet te bundan nasibini aldı. Nitekim Doğu, hemen her şeyi olduğu gibi bu öznel din-bilim algısını da fikir dünyasına ithal etti ve bugün hala bu bağlamsız indirgemelerle uğraşmaktayız.
Reform’dan sonra patlak veren bir dizi –uzun- tarihi serüven sonucunda bugün din, milliyetçiliğin tanımını oluşturan alt öğelerden biri haline getirilmiştir. Toplumlara üst kimlik kazandıran, biz olma duygusu oluşturan, yaşam ülküsü belirleyen ve ortak kat’i doğru ve yanlışlar sunmakla hayatı düzenleyen ve mütabıklaştıran bir sistem olarak din, ırk temelli millet tanımıyla (milliyetçilikle) dil, ırk, toprak, ekonomi, kültür gibi alt öğeler ile eşit konuma indirilmiştir. Kapsayıcılığıyla dilleri de, ırkları da, toprak sınırlarını da, ekonomileri de ve dahi kültürleri de aşan ve birleyen din olgusu, onlarla müsavi statü ve güçte sayılmış, yerinden ve değerinden edilmiştir. Görüldüğü gibi, milliyetçiliğin oluşma sebebi de, oluşma sonucu da sekülerlikle bağlantılıdır ve sekülerlikle kaimdir.
Özelde İslam dini bağlamında konuştuğumuzda ise bu sekülerlik gerçeği daha da nettir. Kur’an-ı Kerim’de geçen millet tanımına göre yeryüzünde sadece iki çeşit millet bulunmaktadır: ‘’İbrahim milleti’’ ve ‘’Küfür Milleti’’. (Bakara 130, 135 ve Yusuf 37) Yani, Allah’a inananlar ve inkâr içinde olanlar. Birbirinden farklı ırkların oluşturduğu ‘kültürel millet’ toplulukları için de Allah (c.c.) şu açıklıkta bulunmuştur: “Ey insanlar, biz sizi, bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Fakat) Allah katında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır.” (Hucurat 13) Tanımak, tanışmak, tanış olmak gibi istifade ve ufuk açıcılığına mebni edilmiş bir farklılık durumu, milliyetçilik ile, tarafçılık ve ayrışma, farklılıklar üzerinden kendini diğerinden üstün görme ve ilan etme aracına dönüşmüştür. İnsanda var olan bu itkiyi Yaratan’ının çok iyi bilmesinden dolayıdır ki Kur’an’da, üstünlüğün yalnızca takvada olduğu ısrarla vurgulanmıştır. Milliyetçilik, dindarlık iddiası taşıyan Türkiye’li ‘’Ülkücü’’lerimizin idrak edemediği oranda seküler, profan, gayrı dini ve modern bir ideolojidir.
Bu zümre, ülkemizdeki Ulusalcılarla dindarlar arasında melez bir ara form olup, Ulusalcılarla bir derece daha ortak özellik taşır. Çünkü ekseriyeti, tahkiki değil, geleneksel dindardır. Zira genel sosyolojik bir olgu olarak ta, dinin farz ve ritüellerine uyma edimleri ortalamanın seviyesinde veyahut altındadır. Din, onlarda, tıpkı Cumhuriyet Dönemi edebiyatçılarımızın eserlerinde sık sık dile getirdiği gibi, milli olmaklığı sayesinde önem taşır. Din, milli kültürün içinde bir parça olduğu için önem arz eder. Yani önemini kendinden değil, Türk’ün dini olmaktan alır. Bu sebeple İslam, ırkçılığa nesneleştirilmiştir.
Müslümanlık iddiasında olmayan seküler bir Ulusalcının kendiyle çelişmeden ırkçı olabilmesi kolaydır; ama Ülkücüler ‘ne yardan ne serden’ pozisyonunda olduklarından, ideolojilerindeki çelişkiler her zaman tartışılagelmiştir. Bu zümre, her ne kadar uzlaştırma çabalarıyla Türklerin, İslam’ın ikamesi için tarihteki lider rollerinden örnekler, İstanbul’un Fethi ile ilgili hadisler getiredursalar da bu örnekler bir ırkı İslam nazarında özel kılmayı meşrulaştıracak güçte olmayıp, cılız argümanlar olmuştur. Zira meseleye bu bağlamdan bakıldığında, İslam’ın inmesi için seçilen Arap toplumu, islamın tüm dünyaya yayıldığı kaynak olan Arap toplumu, islamın peygamberini içinden çıkaran Arap toplumu, bizden çok daha üstün olsa gerektir sonucu çıkmalıdır. (Araplar arasında da böyle milliyetçiler çıkmamış mıydı?) Oysa başta bakılan nazar yanlıştır, bağlam yanlıştır. Hiçbir ırkın tarihteki konumları, başarı ve performansları, Allah katında baz alınma konusu değildir. Baz alınan yalnız takvadır. Ve Allah genelleyerek milletleri, toplumları değil; tekil olarak bireyleri yargılar. (-Nuh kavmi gibi tüm bireyler toplu halde aynı edimi göstermedikleri sürece.) Irk atam olan Fatih Sultan Mehmet’in kişisel başarısından bana da mükâfat pay etmez. Nitekim bizzat Peygamberimiz, kızı Fatıma’yı, sırf kendi kızı olduğu için bu sebep ile kurtuluşundan ümitvar olmamasını söylemiş, ‘’Seni ben bile kurtaramam’’ demiştir.
***
Milliyetçilik, homojen bir toplum teklif eder. Tek kültüre bina edilmiş tektipçi ve içedönük bir toplum tasavvur eder. Aslolan kendi insanı olduğundan, çoğulculuğa tahammülü ve kalibresi yoktur. Kültür dışı farklılıklar, aynı zamanda norm dışıdır. Bu sebeple milliyetçi bir toplum yabanıldır; ilkel bir kabile elemanı psikolojisiyle hareket eder; yabancıya müsamahası azdır. Kendi ırkından olmayan her ırk onun ötekisi durumundadır. Öyle ki, kendi dininden olsa bile…
Çoğulculuktan uzak, bu kadar çok ötekiler üretilmiş bir toplumda sıklıkla gerilim ve kavgalar yaşanması kadar doğal bir çıktı yoktur. Ülkemizdeki Kürt sorununun ardında yatan ulusçu ideolojimiz bunun en tipik örneklerindendir. Cumhuriyetçi ideoloji, Türkçülük esasları üzerine kurulmuştu, M. Kemal’in fikir babası, meşhur Türkçülüğün Esasları’nın yazarı Ziya Gökalp’tı.
1924’te çıkarılan anayasada, ülkede o an mevcut olan gayrı-Türklerin varlığı kabul edilmekle birlikte, onların bundan sonra öz ırklarıyla var olmalarına artık izin verilmeyeceği dile getirilmiş ve Kürtlerin bir müstakbel-Türk olarak görülmek suretiyle asimile edileceği gayesi güdülmüştü: ‘’ Devletimiz bir devlet-i milliyedir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz. Memleket dâhilinde hukuk-u mütesaviyeyi (hukuksal eşitliği) haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğunda, bunların ırki mübayenetlerini (başkalıklarını) manii milliyet tanımak caiz olamaz. Kezalik hürriyeti vicdan musaddak (tasdik olunmuş) olduğundan ihtilafı din (din farklılığı, uyuşmazlığı) de manii milliyet addedilmemiştir.’’
İsmet İnönü de benzer politikaları kanla devam ettirmiş, Ağrı isyanını bastırdıktan sonra verdiği demeç köşe taşı mahiyetinde olmuştur: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Dönemin adaletten (!) sorumlu Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ta, Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada tüm adaletiyle şöyle demişti: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Yapılan uygulamalardan biri, 1934 yılında kabul edilen 2525 sayılı Soyadı Kanununun üçüncü maddesi ile, “[r]ütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleri[nin]” soyadları olarak kullanılmasını yasaklamaktır. 1949 yılında çıkarılan İl İdaresi Kanunuyla da, yer adlarının değiştirilmesi yetkisi İçişleri Bakanlığına verilerek yer adlarının Türkçeleştirilmesi konusu teminat altına alınmıştı. Devamında 1972 yılında çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanununun 16. maddesi ile de doğan çocuklara Kürtçe isim konması da yasaklanmıştı.
Ülkemizi teşekkül ettiren bu faşist yaklaşıma bir diğer çarpıcı örnekse, Fırat’ın doğusundaki Kürt nüfusunun yoğun olduğunun tespit edilmesi üzerine, Birinci Umumi Müfettişliği tarafından çözüm olarak yayınlanan şu raporda görülebilir: ‘’Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim kılmak” için “en mühim menzil hatları üzerindeki köylere Türk yerleştirmek ve yeniden Türk köyleri tesis etmek; Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan vilayet ve kaza merkezlerinde Türkçe’yi hâkim kılmak; Kürt mıntıkası içinde bilhassa kız mekteplerine ehemmiyet vermek; Fırat’ın garbındaki vilayetlerimizin bir kısmında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak. Van’la Midyat arasındaki hattın batısında, Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirilmek; “Ermenilerden kalan emvalin satılmamasını hatta Kürtlere icar dahi edilmemesini” sağlamak. Kürtlerle meskûn bu bölgeye “Yugoslavya’dan gelen Türk ve Arnavutlarla İran ve Kafkasya’dan gelecek Türkleri yerleştirmek. Vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den maada (başka) lisan kullananları cezalandırmak. Askere alınanların başka bölgelerde askerlik yapmasını sağlamak ve bölgede yerli memur bulundurmamak. Bölgede görev yapan batılı memurları Kürt kızlarıyla evlenmeye özendirmek, bunlardan bölgede yerleşmek isteyenlere arazi vermek; bölgede yerleşik Türk, Kürt ve Aleviler arasında kız alıp vermeyi teşvik etmek. İdari tedbirlerle köylerden çocuk toplamak; Türk kültürü ve temsil esasına müstenit okutma yapmak”.
Tüm bu olagelen uygulamalardan, bugünkü Kürt-Türk çatışmasının sebeplerini ayan beyan görmemek mümkün değildir. Kaç etnik ırkı bünyesinde kardeşçe yaşatmış olan bu topraklar, hepi topu iki ırkı bir arada bulunduramaz hale getirilmiştir. Bu bizim geçmiş toplumsal arketiplerimizle tamamen tezattır. –Ki bu tezatlık, birçok konuda olduğu gibi kasıtlı teşekkül ettirilmiştir.
Milliyetçiliğin ötelileştiriciliğine ve çatıştırıcılığına en güncel ve çarpıcı bir örnek te, ülkemize gelen Suriyelilerdir. Varlıklarından rahatsız olan insanlarımızdan en sık duyduğumuz gerekçelerden biri ‘’Önce kendi insanımıza yardım edelim!’’, ‘’Ya kendi açlarımız?’’ neviinden söylemlerdir. Bu cümlelerde geçen ‘’kendi’’ ile kastedilen, Türkiye’deki Türklerdir. Yardım edilecek kişi Müslüman olmakla kendi dininden de olsa ve dini, bu insanlara yardım etmeyi kat’i suretle emretmiş bir din de olsa, insanlarımız 100 sene önce temelleri atılan ve iyiden iyiye sindirilmiş olunan bu Milliyetçi/Türkçü/Irkçı reflekslerle düşünmekte ve hareket etmektedirler. Öyle ki bu insanlar, savaş ortamından kaçıp ölmemek için sığınan bir insan ile kendi ülkesinde standart fakirlik şartları altında yaşayan bir insanı durduk yere mukayese edebilip, yardıma çok daha az ihtiyacı olan bir Türk’ü, ekstrem zor şartlardan gelen bir Suriyeli’ye çok rahat tercih edebilmektedirler. (Suriye ki, bu toprakların vilayetinden çıkalı da henüz 100 sene bile olmamış bir bölgemizdir üstelik.) Bu insanlar, gizli milliyetçilerdir. Çoğu, bu ırkçı reflekslerinin farkında olmadan böyle düşünür. Okullarda öğretilmiş ezber algılardan beslenirler. Geçmiş Türkçü siyasi empozenin tesiriyle konuşurlar. Bu empoze, “Birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve birbirini görüp gözetmekte müminler, tek bir vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsız olunca öteki organların tamamı uykusuzluk ve derin bir rahatsızlık hisseder. Hasta olan organın ıstırabını daima paylaşırlar.’’ hadisini duymayan bir Müslüman neredeyse yok olduğu halde, daha tesirli durumdadır. Suriyelilere karşı ensar pozisyonunda olunduğu asla akla gelmez. Onları ‘’savaştan kaçmak’’la eleştirirken, bir zamanlar Peygamber’in de benzer durumla Mekke’den Medine’ye hicret ettiği, toplumsal hafızalarında yoktur. Zira ‘’Soydaş’’ kelimesi dimağlara, Muhacir kelimesinden daha yakındır ve bilinirdir. Suriyeli, mülteci olarak bile kabul edilmek istenmez –ki muhacir olarak ağırlansın… Suriyeli, bu zümre için, yabancı bir ırk ötekisidir.
Çok önemli bir detaydır ki, kendileri bir soykırım deneyimi yaşamakla sınanmış ta tüm cesaretleriyle ölmeye karar vererek göçten kaçınmışlar gibi kendilerini kolaylıkla yargılayıcı bir konumda duyumsayabilen söz konusu bu kesim; Türkiye’deki mevcut iktidar tarafından ötekileştirilmeleri ve saygın hissetmemeleri gibi gerekçelerle ülkesini terk edip başka ülkelere göç eden kesimle aynı kesimdir. Suriyeli, HAYATTA KALMAK VE ÖLMEMEK gibi temel bir gerekçeyle ülkesinden binbir tehlikeyi göze alıp ayrılırken, diğeri SAYGI GÖRMEMEK VE ÖTEKİLEŞTİRİLMEK gibi lüks nedenlerle çıkıp gitmektedir. Sonucunda Suriyeli korkak ve vatan haini yaftasıyla yargılarken Türk’e haklılık payları biçilmektedir. Öte yandan, bu lüks nedenlerle refah seviyesi yüksek ülkelere kaçan Türklerin, Norveç’te yabancılar polisinin (UDI) 2018 yılı için verdiği iltica raporlarına göre, sayıları 765 olmuş durumdadır; Suriyeliler içinse bu sayı 465’tir. Yani bu çok haklı Türk mülteciler, Suriyeli mültecilerden artık sayıca fazladır. Ve Norveçliler Türklere, bizim din kardeşlerimize davrandığımız gibi davranmamaktadırlar…
Özellikle son yıllarda yeni bir olgu olarak Suriyelilerin sosyal hayattaki pozisyonu, doğrudan ‘günah keçiliği’ne tekabül eden adaletsizliklere varmıştır. Bir hırsızlık olayı olsa, bir yerde kızamık virüsü yayılsa, eğitim kötüye gitse, domatese zam gelse, Kpss’ye bir amcaoğlu atanamasa, kayınçonun işler durgunlaşsa, komşunun kızı iş bulamasa, bu sorunlar toplumun yeni sorunlarıymış gibi doğrudan Suriyelilerin ülkeye gelişiyle nedenselleştiriliyor. Artık başı ağrıyan Suriyelilerden biliyor…
Bu örneklerde de iyice görüldüğü üzere, sekülerlikle milliyetçilik hep el ele yürüyor…
Gerçek olan ki, bir müslümanın -herhangi ırktan- bir Müslüman kardeşine yardım etmeme lüksü yoktur. Bunun tartışmaya açılması, ‘’namaz farz mı’’yı tartışmaya açmak gibi bir kafa karışıklığıdır. Bu, net olan bir hükümdür. Toplumumuzda bu kafa karışıklığına yol açan, Müslüman toplumumuzu, yardıma ihtiyacı olan Müslüman kardeşlerini istememe raddesine getiren, bu Milliyetçilik hastalığıdır. Milliyetçilik –ötekiler üretme yoluyla- hem böyle derin bir yabancılaşma ve uzaklaşma hem de –sair kez dediğimiz gibi- bencilleşme doğurur. Milliyetçilik, dindaşları da birbirine yabancılaştıracak güçtedir. Milliyetçilik, Müslüman bir Suriyeli’yi Müslüman bir Türk’e yabancı ve öteki gösterecek körleştiriciliktedir. Bu çarpıcı bir anomalidir. Berrakça anlaşılmalıdır ki bir insan aynı anda hem Müslüman hem milliyetçi olamaz; ancak ikisinden biri olabilir.
Örnekleri toparlayacak olursak, milliyetçiliğin çoğulculuğa düşman ve çatışmalara gebe bir ideoloji olduğu gerçeği, ülkemizdeki ve dünyadaki birçok sürtüşmenin nedenini -görüldüğü gibi- anlaşılır kılıyor. Bu sebeple, küreselleşen ve kozmopolitleşen dünyada kullanışlılığını yitiren milliyetçiliğin bu bozgunculuğuna alternatif olarak getirilmek zorunda kalınmış olan takviye-tekliflerden biri, demokrasidir. Bencilik’ten kaynaklanan egosal karmaşalar, bu eşitlik savlarıyla önlenmeye ve örtülmeye çalışılmaktadır. Yerinden edilen din unsuruna geri dönüşün artık zor ve kapitalist düzlemde hiç ‘karlı’ olmadığı gerçeği, dünyaya bu çözümü ürettirmiş durumdadır. Bugün demokrasinin beşiği olarak pazarlanan ve üstelik çok ırklı heterojen yapısıyla da bu tip kavgaların yaşanması imkânsız gibi görülen Abd’de dahi, günümüzde hala daha, caddelere taşan siyahi-beyaz çatışmaları yaşanmaktadır. Zaman gösterecektir ki demokrasi, milliyetçiliğin arkasını toplamayı sonunda başarabilecek midir yoksa tıpkı milliyetçilik gibi zararı karını aşıp erksizleşecek midir…
Bir diğer Milliyetçilik alternatifi olarak gelişen en güçlü teklifse Dünya Vatandaşlığı kavramıdır. Bu kavram, ‘’yeryüzünde yaşayan insanların ırk, renk, dil ve inanç ayrımı olmaksızın dünyanın vatandaşları olduğu fikri veya bundan doğan kimlik’’ olarak tanımlanır. Bu anlayışın kökleri, filozof Diyojen’e kadar geçmişe dayandırılsa da bu çağdaki bağlamı, karıştırıldığı üzere aslında Diyojen’den oldukça farklıdır. İnternet ile iletişimin, uçak ile ulaşımın toprakları birbirine yakın ettiği ve mesafelerin daralıp önemini yitirdiği, bu sayede kültürlerarası etkileşimin her çağdakinden çok daha aktif olduğu bir bağlam (küreselleşme), bugünkü anlamda Dünya Vatandaşlığı kavramının yetiştiği ana topraktır. Milliyetçilik ideolojisinin yakın geçmişte sebep olduğu yüz milyonların ölümüyle sonuçlanan savaşlara tepki de, bu toprağın beslendiği ana mineralidir.
Küreselleşmenin olmadığı bir çağda dünya vatandaşlığını savunmak risksizdir. Diyojen gibi, kendini hiçbir yerellikle sınırlamadan, her kültüre eşit oranda yakın hissedip tüm etnik zenginlikleri ruhuna çekerek kucaklayıp, barışçıl bir itkiyle kendini ilk olarak Gezegen’in bir üyesi olarak hissetmek vizyonluluğu, 21. yüzyılda manipüle edilmiş durumdadır. Çünkü küreselleşme, aslında bir Avrupa-merkezcilik formudur. Dünya halkları her zaman, o dönemin en güçlü ülkesine öykünmek ve beraberinde de benzemek tavrı göstermiştir. Çağımızda üstüne bir de Avrupa-merkezcilik gibi aktif bir ideoloji geliştirilmişken, küreselleşmeyi asla bu Avrupa’ya benzeyimden ayrı düşünemeyiz. Bu sebeple de Dünya Vatandaşlığı kavramı, gizil bir milliyetçilik akımına döndürülmüş durumdadır. Ancak hala anti-milliyetçi bir akım zannettirilmektedir. Bu çok hayrette bırakan bir şeytanilik…
Küreselleşmeyle birlikte dünya ölçeğine yayılan en çok dinlenen müzik türü, en yaygın olan giyim tarzı, farklı ülkelerde binlerce şubesi olan gıda endüstrisi, en çok izlenen sinema çizgisi, dans ve diğer sanat dallarının ait olduğu kültür hep Batı’nın kültürüdür. Bu sebeple çağın ‘dünya vatandaşı’; blue jean kotla ‘lakost’ model tişört giyen, Burger King’ten yemek yiyip, Katty Perry dinleyen, film izleyeceğinde Hollywood’un aksiyon-aşk temelli çizgisinden haz alan çoğunluk insan tipimize tekabül etmektedir. Bu insan tipi Türkiye’de de, İtalya’da da, Irak’ta da, Norveç’te de, Hindistan’da da Kazakistan’da da, Kore’de de, Zambiya’da da velhasıl küreselleşmeden etkilenen tüm dünya ülkelerinde ortak insan tipidir. Yerel-ötesidir. Ve menşe itibariyle de Avrupa kökenlidir. Tüm dünya, küreselleşmenin gücüyle Batılılaştırılmıştır; bu yüzden de Dünya Vatandaşı aslında Batı Vatandaşıdır.
Örnek olarak, bugün, eğitim programında Dünya vatandaşlığını öneren ve benimseten bir kurum olan ‘’Ted Rönesans Koleji’’, aynı zamanda da uluslararası (küresel) bir kurum olma statüsüne sahip olma yönüyle, Cambridge eğitim programlarını uygulama ve değerlendirme yetkisine hak kazanmış bir okuldur. Bu bilginin ne anlama geldiğini tahlil etmeye gerek var mıdır? Dünya vatandaşı adı altında Batı vatandaşı yetiştirilmesine bizzat Cambridge tarafından destek verilen ‘kültür misyoneri’ okullar bile kurulmuş demektir bu… Rönesans ismiyle yaptığı tarihi gönderme de açıkça bu misyonu destekliyor…
Avrupa-merkezcilik, milliyetçiliğin bir formu olarak bir kültür sömürgesi hareketidir. Bugün Vatikan, ‘Dünya Pasaportu’ uygulamasını desteklediğini açıklamıştır. Ve şimdiye dek bu pasaportu tanıyan ülkelerin hepsinin sömürgeleşmiş 3. Dünya ülkeleri olması da çok manidardır: Ekvador, Moritanya, Tanzanya, Togo, Burkina Faso ve Zambiya.
Birçok psikolojik arka planı ve sosyolojik çıktılarıyla tahlil etmeye çalıştığımız bir nevroz olan Milliyetçilik’i, kibirsiz ve çoğulcu bir toplum olabilmek için ruhumuzdan atmamız umuduyla…
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız birdir. İslam’da insanlar eşittir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem de topraktan yaratıldı. Allah katında en değerliniz, en çok Allah’a sığınanınız, emirlerine yapışanınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanınızdır. Bir Arap’ın Arap olmayana, bir başkasının Arap’a, bir Siyah’ın bir Kızılderili’ye, bir Kızılderili’nin bir Siyah’a, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yoktur.”
Veda Hutbesi’nden.
– Eftalya FETTAHOĞLU
Kaynakça:
1- Sabah Gazetesi- ‘’Andrew Mango’dan: Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler’’- 30 Ekim 2014
2- Bia Haber Merkezi- ‘’Cumhuriyet ve Kürtler’’- Mesut Yeğen- 14 Mart 2006
3- Hürriyet Gazetesi- ‘’Dünya Vatandaşı Olmak İçin Sadece Dil Bilmek Yeterli mi?’’
4- Türkiye Gazetesi- ‘’Bir zamanlar Medine’de Yahudiler yaşardı!..’’- 12 Haziran 2013
5- Wikiwand- ‘’Dünya Vatandaşlığı’’