Dövüşçü, küçücük bir pencerenin loş ışığıyla aydınlanan buz gibi odada uyumaya çalışıyordu. Ensesinde doğan ve artık katlanılmaz boyuta varan ağrı, vücudunun her yerine yayılmıştı. Çenesinde, bacaklarında, göğsünde açılmış derin yaraların üzeri, pıhtılaşmış kan lekeleriyle kaplıydı. Yarım saati aşkın bir süredir yalnızdı odada; yorgun, üzgün ve umutsuz gözlerle küçük pencereden dışarıyı izliyordu. Son dövüş epey sarsmıştı onu. Rakibi, sayısız ölümcül dövüşten galip çıkmış, son iki senedir şampiyonluğu elinde tutan korkunç bir yaratıktı.

Bu tenha, izbe sokakta yapılan dövüşler ölümüne olurdu. Yaklaşık bir metre derinliğindeki dövüş alanı, sayısız canın son nefesini verdiği bir ölüm çukuruydu. İki dövüşçü bu çukura indiğinde, birinin mutlaka ölmesi gerekirdi; ikisinin birden sağ kalması –ağır yaralı bile olsa- çukurdan canlı çıkması mümkün değildi. Dövüşçü, bu barbarlığa hiçbir zaman akıl sır erdirememişti. Dövüşmekten, öldürmekten ve hatta kazandığı zaman ödüllendirilmekten bile nefret ediyordu. Ne var ki çukura her indiğinde yaşama içgüdüsü ağır basıyor; çukurun dört bir yanında toplananların tezahüratları, bağırıp çağırışları ve küfürleri eşliğinde rakibini öldürmekten geri kalmıyordu.

Son dövüşte aldığı yaralar uyumasına bir türlü izin vermiyordu. Ayrıca uyumak için gözlerini her kapatışında, öldürdüğü dövüşçülerin hayaletleriyle burun buruna geliyordu. Ama uyumalıydı; bir sonraki dövüş çok daha çetin ve zorlu olacaktı, dinlenmeliydi. Bir süre ağrılarını unutmaya, gevşeyip rahatlamaya zorladı kendini. Derin bir nefes aldı ve gözlerini küçük pencereyi aydınlatan sokak lambasının ışığına dikti. Gözkapakları iyice ağırlaşmaya başladı. Çok yorgundu; yaraları, uykusuzluğu, açlığı onu perişan etmişti. Ah biraz uyuyabilse, biraz kendine gelebilse belki de… Oysa “Belki” diye bir olasılık yoktu; her şey net ve kesindi; bu cehennemden; eli kanlı bu alçaklardan, bahisçilerden, rakiplerden, küfürlerden ve dayaklardan en önemlisi de çukurdan kaçış yoktu. Burada ölecekti, bu kesindi. Ama yine de özgür olabileceği, doyasıya koşabileceği bir dünya vardı; ah bir uyuyabilseydi…

Ansızın gözlerine güçlü bir ışık vurdu. Pencerede beliren iki küçük gölge, dövüşçünün kanlı yüzüne el fenerinin ışığını tutuyordu. Aniden gözlerini alan ışığın etkisiyle sıçrayarak, kendisine hayranlıkla bakıp fısıldaşan çocukların seslerine dikkat kesildi. Bir an olduğu yerde doğrulup çocukları korkutmayı düşündüyse de, ensesinde hissettiği dayanılmaz ağrının basıncıyla tekrar yere kapaklandı. Çocuklar kendi aralarında konuşurlarken bir yandan da fenerin ışığını şampiyonun üzerinde dolaştırıyorlardı.

“Yeni şampiyon bu mu?” diye sordu çocuklardan biri;

“Bu. Babamgil tek dövüşünden beş bin lira kaldırdı,” diye kıkırdadı diğer oğlan. Nedendir bilinmez, çocukların bu ziyareti dövüşçüyü rahatlatmıştı sanki. Çenesini kollarının üzerine dayayarak çocukların siluetlerini seyre daldı. Elinde fener tutan çocuk, tuhaf bir gururla böbürlenmeye devam ediyordu:

“Şimdi önünde bir dövüş daha var. O dövüşü de kazanırsa babam bana atari alacak, söz verdi.”

“Coystikli mi?”

“Coystikli tabii lan. Hem de direksiyonlu olanlardan. Araba yarışı da varmış içinde.”

Burnunu çekerek güldü öteki: “Ben en çok uzay gemili oyunu seviyom; Furkan’ın vardı hani, en güzeli o.”

Çocukların kendi aralarında yaptıkları bu sohbet dövüşçünün hoşuna gitmişti; eğer yapabilseydi onlara gülümserdi hatta. Çok kısa bir süreliğine de olsa acılarını unuttu. Çocuklara bakıyordu şimdi; her geçen gün daha da kirlenen, yozlaşan, içten içe çürüyen bu kötülerin dünyasını kahkahalarıyla onarmaya çalışan çocuklara… Ne var ki o güzelim kahkahalar, kaba, hırıltılı bir sesle bölündü:

“Lan! Eşşoleşşekler, inin lan ordan!”

Sesin sahibini tanıyordu dövüşçü; bu, dövüşleri düzenleyen, bahisleri belirleyen adamın fedaisinin sesiydi. Bir anda neye uğradıklarını şaşıran çocuklar alelacele yere atlayarak gözden kayboldular. Bunun hemen ardından, Fedai’nin küfürleri ve bas bas bağırarak ağlayan çocukların yanaklarında patlayan tokatların sesleri işitilmeye başladı. Fedai kudurmuş gibi dişlerini sıkarak çocuklara hakaretler, küfürler yağdırıyor bir yandan da o kocaman, acımasız elleriyle ardı ardına darbeler indiriyordu. Dövüşçü, duvarın hemen ardından gelen bu sesler karşısında çılgına döndü. Ayağa fırlayıp duvara sert bir omuz vurdu önce. Daha sonra bağırmaya, Fedai’ye tehditler savurmaya başladı. Oysa Fedai kendinden geçmiş bir halde çocukları dövüyordu ve Dövüşçü’nün boş tehditlerine aldırış ettiği yoktu. Yedikleri dayak yüzünden acıyla haykıran, fedainin elinden kurtulmak için yalvaran çocukların yakarışları, Dövüşçü’nün öfkesini büsbütün artırıyordu. Az önce kendisine fener tutarak gevezelik eden o iki çocuğu, alçak fedainin elinden kurtarmak için korkunç bir mücadele veriyor; duvara peş peşe darbeler indiriyordu; her seferinde birkaç adım geriliyor, derin bir nefes alıyor daha sonra yerinden ok gibi fırlayarak, sıvası dökülmüş, rutubetten sırılsıklam olmuş duvarı tekrar omuzluyordu. Bu umarsız uğraş, Dövüşçü’ye tüm acılarını unutturmuştu. Şimdi o çocukların bedeninde patlayan tokatların acısından başka hiçbir şey hissetmiyordu. Çok derinlerden gelen, en ince damarlarında bile gürüldeyen korkunç bir öfkeyle bağırarak duvarı omuzluyor, çıplak ayaklarını kırmak pahasına delice tekmeliyordu.

Aşağı yukarı iki dakikalık bir uğraştan sonra nihayet fedainin dikkatini çekmeyi başardı. Fedai o tok, gür sesiyle bir küfür savurarak bağırdı duvarın ötesinden:

“Kes lan sesini!” Dövüşçü, korkup susacağı, karanlık odanın ışıksız bir köşesine çekileceği yerde, sesinin şiddetini daha da artırarak bağırmaya devam etti. Fedai, çocukları bırakmış, duvarın arkasından Dövüşçü ile ağız dalaşına girmişti. Bir müddet sesi kesildi fedainin. Dövüşçü bu sessizliğin farkına varınca susup duvarın arkasından gelen sesleri duyabilmek için pencereye yanaştı. Şimdi yalnızca o iki çocuğun ağlarken çıkardıkları hıçkırıkları duyabiliyordu. Onları teselli etmek için bir şeyler söyleyecekti ki, ansızın odanın ağır, demir kapısı gürültüyle açıldı. Sinirden dişleri birbirine vuran; gözleri, kırmızı pelerin görmüş bir boğa gibi öfkeyle yanan fedai kapıda belirdi. Dövüşçü, aniden odaya doluşan parlak ışık yüzünden onun siluetine gözlerini kısarak baktı. Öfkesi yatışmamış, aksine fedaiyi görünce büsbütün artmıştı. Ani ve hızlı bir hamleyle ileri doğru atıldı. Ne var ki duvara sağlam bir zincirle bağlı olduğunu unutmuştu. Fedaiye bir metrelik bir mesafede kalakalmıştı. Çarpık, sapsarı dişlerini göstererek pis pis sırıttı fedai. Elinde tuttuğu elektrikli jopun düğmesine basarak dövüşçünün sol omzuna dokundurdu.

Dolunay tepeye yükselmiş, tüm güzelliğiyle küçük pencereden Dövüşçü’nün yüzüne gülümsüyordu. Gözlerini güçlükle açarak gökyüzüne baktı. Derin yaraların sızlattığı bedeninde yeni acılar duyumsuyordu şimdi. Belli ki fedaiden sağlam bir dayak yemişti. Kendine geldikçe acıları daha da artıyor, neredeyse soluk alışını bile engelliyordu. Hafifçe esen soğuk rüzgar, pencerenin ötesinden gece kuşlarının seslerini taşıyordu odaya. Ay’ın parlak ışığı, Dövüşçü’nün içini tuhaf bir huzurla dolduruyordu. Vücudundaki yaralar ve ensesindeki ağrı olmasaydı biraz daha uyuyabilirdi. Üstelik çok da uykusu vardı ve tahminine göre bir sonraki dövüş çok yakında başlayacaktı. Gelgelelim, uyumak şöyle dursun, acılarını bir anlığına unutmak, bu ölgün halsizlikten başka bir şey duyumsamak imkânsızdı. Bir bakıma fedaiyi sinirlendirmesi işine gelmişti; yediği dayağı saymazsa biraz dinlenmek, çok kısa bir süreliğine de olsa acılarından sıyrılmak iyi gelmişti.

Tekrar gözlerini yumdu. Henüz bir iki dakika geçmişti ki, odanın dışından yani dövüşlerin yapıldığı büyük salondan gürültüler yükselmeye başladı. Alabildiğine kaba, küfürbaz, medeniyetten bihaber onlarca adam, son dövüşün bahislerini oynamak üzere bağırıp çağırıyordu. Kayıtsızca dinledi dışarıdan gelen sesleri. İçi burkuldu. Birazdan yine o lanet olasıca ölüm çukuruna girecek; ya rakibini öldürecek ya da orada can verecekti. Birden, önüne gazete kâğıdına sarılmış bir şey düştü. Kafasını kaldırıp pencereye baktığında, yüzüne fener tutan çocuğu gördü.

“Senin için arakladım, şampiyon. Yemen lazım, sıradaki dövüş çok zor olacak,” diye fısıldadı çocuk ve ardından çok kısa bir süre duraksadıktan sonra, “Sakın ölme,” dedi ve aşağı atlayıp tekrar gözden kayboldu. Hiç beklemediği bir anda gelen bu ikram, Dövüşçü’nün içini daha da burktu. Öyle ya, belki de son yemeği olacaktı bu. Hemen gazete kâğıdını parçalayarak içindeki peynirli sandviçi çıkardı ve iştahla yemeğe başladı. Çok acıkmıştı; dün geceden beri hiçbir şey yememiş, sadece kirli bir çanakta verilen sudan içmişti. Tuhaf bir tadı vardı suyun. Belli ki içinde, Dövüşçü’nün güçten düşmesini engelleyen bir şeyler vardı. Çünkü dövüşçüler, rakiplerine karşı daha acımasız olmaları için bir gece önceden aç bırakılırlardı ve bu nedenle halsiz düşerek dövüşü kaybedebilirlerdi. Bu da patronun hiç hoşuna gitmezdi.

Birkaç lokmada bitirdi ekmeği. Daha sonra çanaktaki suyu kana kana içti ve birkaç kez aksırdı. Şimdi bütün dikkatini önündeki dövüşe vermeliydi. Rakibini düşünmeye başladı. Zavallıcık, büyük ihtimalle birazdan ölecekti. Kendi gücü ve tecrübesinden o kadar emindi ki, rakibini düşündükçe onun adına üzülmeden edemiyordu. Ama ne çare ki hayat böyle bir şeydi işte; otoritenin, varlığını sürdürebilmesi için birilerinin ölmesi gerekiyordu. Ona boyun eğmek, onun için dövüşmek, o istediği için öldürmek ve gerektiğinde can vermek gerekiyordu. Zaten başka bir ihtimal düşünülemezdi; bu, oyunun kesin ve değişmez kuralıydı. Bu dünyada var olan her şey otorite için yaratılmıştı elbette. Onun emirleri kutsaldı ve asla sorgulanamazdı. Sistemin işleyebilmesi için bu otoritenin varlığına ihtiyaç vardı. Bu dünyadaki tek gerçek oydu ve onun ötesinde başka bir güç yoktu şüphesiz. Eğer olsaydı otoritenin bu zulmüne sessiz kalır mıydı? Sırf içgüdüsel zevklerini tatmin etmek için bunca cana kıyan, kan döken, her türlü erdem ve onurdan uzak yaşayan bu kötücül yaratığın cezasını vermez miydi? Bütün bunları kendi aklı yettiğince düşündü Dövüşçü. Kaldı ki onun düşünebildiğine bile ihtimal verilmiyordu. Otoriteye göre o, düşünmekten bile yoksun koca bir et parçası, can almaktan başka hiçbir işe yaramayan bir dövüş makinesiydi.

Demir kapı gıcırdayarak, ağır ağır açıldı bir kez daha. Fedai, elektrikli jopunu tehditkâr bir biçimde Dövüşçü’ye doğrulttu. Dövüşçü, kendisine öğretildiği üzere duvarın dibine giderek dizlerinin üzerine çöktü. Fedai önce Dövüşçü’nün zincirlerini çözdü sonra da okkalı bir küfür eşliğinde boynundan sürükleyerek dışarı çıkardı. Dövüşçü istese direnebilir hatta fedaiyi oracıkta gebertebilirdi. Ama böyle bir şeyin yapılabileceğinden dahi haberi yoktu. Çünkü ona bu öğretilmemiş, bu ihtimal içgüdülerinden bile sökülüp alınmıştı.

Avazı çıktığı kadar bağıran, küfürleriyle tezatlık gösteren tezahüratlarıyla kendinden geçmiş barbar kalabalığın arasından geçerek çukurun kenarına geldiler. Rakibi çoktan çukurdaki yerini almış, çağlar öncesinden kalan bir heykel gibi kıpırdamadan ölümünü bekliyordu. Dövüşçü tam çukura itileceği sırada, gözleri iki küçük çocuğa takıldı. İkisinin de kulakları ve yanakları kıpkırmızıydı. Belli ki fedainin patakladığı çocuklardı bunlar. İkisi de endişeli hatta dehşete düşmüş bir ifadeyle Dövüşçü’ye bakıyordu. Çocuklara bir şeyler söylemek istedi. Fakat kalabalıktan yükselen gürültü, düşüncelerini bile susturuyordu. Çocuklardan biri, -ona ekmek getireniydi bu- yanındaki adama –ki muhtemelen babası oluyordu- iyice sokulmuştu. Bu adama dikkatle baktı Dövüşçü. Kısa boylu, tıknaz, çelimsiz, sefil bir yaratıktı; saçı, sakalı birbirine karışmıştı. Elindeki küçük kâğıdı havaya kaldırmış, suratında aptalca bir sırıtmayla saçma sapan küfürler savurarak bağırıyordu. Adam, Dövüşçü’nün adeta ayıplayan bakışlarla kendisini süzdüğünü fark edince bir an duraksadı. Dövüşçü, bir çocuğa bir de babası olacak adama baktı. Gözlerinde öyle derin, öyle sorgulayan ve suçlayan bir ifade vardı ki, adam, sanki onu böyle rezil bir etkinliğe getirdiği için pişman olmuş gibi oğlunun saçlarını okşadı.

 Dövüşçü’nün yine midesi bulanıyordu. Temizlik yüzü görmeyen hücresinde, kendi pisliğinin içinde yaşamaya alışmış olduğu halde bu salonun kokusu her seferinde midesini ağzına getiriyordu. Bu kötü kokunun kaynağını uzun süre merak etmiş, sonunda düşünerek bulmuştu; bu, ölümün ve kötülüğün kokusuydu. Her canlı, dünyaya geldiği andan itibaren iki şeye karşı mahkûm olurdu; kötülük ve ölüm… Bunlar, hayatın tüm canlılara kesmiş olduğu kesin hükümlerdi. Değiştirilemez, değiştirilmesi düşünülemezdi. Çünkü dünyadaki bütün canlıların, yaşamlarını sürdürebilmesi için istisnasız olarak bir parça kötü olmaya gereksinmesi vardı. Örneğin bir kartal, kendi yavrularını besleyebilmek için diğer canlıların yavrularını avlamıyor muydu? Ya da bir bitki, köklerini toprağa salabilmek ve kendi yaşam alanını koruyabilmek adına diğer bitkilerin köklerine engel olmuyor muydu? Şüphesiz bu kötülük olarak adlandırılan mecburiyeti en fazla insanoğlu istismar ediyor; hep daha uzun yaşamak, daha fazla kazanmak, daha iyi koşullarda hayatını sürdürebilmek için kullanıyordu. “Güçlü olanın zayıfı yemesi… Bu, doğanın kanunu…” İnsanoğlu, kötülüğü hiç de geçersiz olmayan bu mazeretle meşrulaştırıyordu. O halde iyilik ya da kötülük kavramları, ancak içinde bulunulan durum; zaman, mekân ve koşullara göre değerlendirilmeliydi. Aslında bu iki kavram, bir denge tahtasının üzerindeki kefelere benziyordu. Bu durumda çok defa rakiplerinin canını alan Dövüşçü kötü mü oluyordu? Yoksa onu buna zorlayan patron mu? Belki de patronu da bu pis işlere zorlayan, onu kötülüğe mecbur bırakan başka güçler vardı. En doğru tanımla bu, sonsuz halkanın bir araya gelerek oluşturduğu bir zincirdi. Her halka, kendisinden bir sonraki halkayı, bir şekilde kötülüğe mecbur bırakıyordu. İç içe geçen bu halkaların meydana getirdiği zincir etkisi ise tüm dünyayı çepeçevre sarıyor, yeryüzünde varlığını sürdüren bütün canlıları sımsıkı bağlıyordu. Verilen mücadele ne denli büyük olursa olsun bu zincirden kurtulmak imkânsızdı. Madem durum kötülüğü daha doğrusu kötü olmayı gerektiriyordu, Dövüşçü de kendi rolünü oynamalı, bir sonraki halkanın önünü açmalıydı.

Güçlü bacaklarının üzerinde yaylanarak atlayıverdi çukura. İşte bir kez daha birini öldürmeye –eğer yapamazsa bu çukurda can vermeye- mecbur bırakılmıştı. Rakibine bakarak tehditkâr bir ifadeyle çukurda dolanmaya başladı. Çukura her indiğinde hissettiği o vahşi güdü, yine bütün benliğine hâkim olmuştu. İlk hamleyi rakibinden bekleyecek kadar tecrübeliydi. Gözlerini ondan ayırmıyor; vücudunu, tavırlarını, duruşunu inceliyordu. Rakibiyse karşısında bir heykel gibi hiç kımıldamadan duruyordu. Yaralarla dolu yüzünde tepkisiz, duygusuz bir ifade takılıydı. Ölü gibi donuk bakışları tek bir noktaya sabitlenmişti; belli ki suyuna karıştırılan uyarıcı maddenin dozu ayarlanamamış, fazla kaçırılmıştı.

Dövüşçü, rakibine doğru birkaç yalancı hamle yaptı fakat rakip bu hamlelerin karşısında da tepkisiz kaldı. Bu arada, kalabalıktan hoşnutsuz uğultular yükseliyor; küfürler, hakaretler, beddualar, öfkeyle köpüren tükürük ve salyalarla birlikte çukurun üzerinde uçuşuyordu. Dövüşçü, kendinden geçmiş, adeta dünyayla bütün bağlantısı kopmuş olan rakibine saldırmayı onuruna yediremiyordu. İstese onu bir hamlede boynundan yakalar, nefessiz kalıncaya kadar yüklenebilirdi. Ama yapmadı. Bunun yerine onu uyandırmaya, kendine getirmeye çalıştı. Birkaç kez yüksek sesle bağırdı. Gür ve derinden gelen sesi, çukurun içinde sürekli yankılanıyor fakat rakibini uyandırmaya yetmiyordu. Sonunda bacaklarının üzerinde yaylanarak rakibine sert bir darbe indirdi. Rakip yaklaşık bir metre kadar geriye savrularak yere devrildi. Belliydi, artık işi bitmişti. Kalabalık adeta çıldırdı. Çukura bira şişeleri, çakmak hatta ayakkabı yağmaya başladı. Ne var ki rakip tamamen kendinden geçmiş gibiydi ve ayağa kalkacak durumda değildi. Dövüşçü, kalabalığın öfkesini biraz olsun dindirebilmek ve rakibini koruyabilmek için sahte bir hücuma kalktı. Fakat bu çabası boşunaydı ve sonunda kalabalığın giderek artan öfkesinden o da nasibini aldı. Rakibine fırlatılan bira şişelerinden biri, Dövüşçü’nün kafasına isabet etti. Bir anda bütün görüntüler birbirine girdi. Kalabalıktan yükselen sesler, aniden kulaklarında patlayan çınlamayla duyulmaz oldu. Rakibine doğru bir iki adım atmıştı ki, koltuk altında müthiş bir acı hissetti. O anda, kalabalıktan bir serserinin fırlattığı bıçağın vücuduna saplandığını fark etti. Titreyerek yüzüstü yere kapaklandı. Yarı açık gözleri önce rakibine sonra da çukurun hemen yanında kendisine ağlayarak bakan çocuğa kaydı. Çocuk, dudaklarını büzmüş; korku ve dehşetle dolan gözleriyle Dövüşçü’ye bakakalmıştı. Rakibiyle birlikte ölümün kucağındaydı artık. Zaten çocuğun yüzündeki o korkunç ifadeyi gördükten sonra yaşamasının hiçbir anlamı kalmamıştı. O ifade, Dövüşçü’nün bütün içgüdülerinin ötesine geçmişti. Gittikçe ağırlaşan gözkapaklarını açmaya çalışarak çocuğa baktı ve sadece onun işitebileceği, içinden gelen bir fısıltıyla, “Üzülme, artık özgürüm,” dedi. Çocuk, yalnızca Dövüşçü ile kendisinin duyabileceği bir frekanstan gelen bu mesajı almış gibi ağlamayı keserek, şaşkın ama rahatlamış bir ifadeyle belli belirsiz gülümsedi. Dövüşçü, kalabalıktan yükselen sesleri duymuyor, onların çirkin, karanlık suratlarını görmüyordu artık. İnsanoğlunun hükmü, Dövüşçü için sona ermişti. Son nefesini çukurun kanlı zeminine bırakırken, huzurla kapadı gözlerini. Yüzlerce köpeğin zorla dövüştürüldüğü, birbirini parçalamak zorunda bırakıldığı bu cehennem çukurundan kurtulmuştu artık. Nihayet özgürdü…

 

– Güner ERDUĞAN

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Nur

Usta bir kalemle yazılmış gerçekçi anlatımıyla sürükleyici bir öykü. Ülkemizin böyle değerli ve yetenekli kalemlere ihtiyacı var. Tebrik ederim. Kaleminize ve ruhunuza sağlık.

%d blogcu bunu beğendi: